Son yıllarda Batı ülkelerinin demografik yapısını ve kültürel dokusunu değiştiren Müslüman nüfusun artışı, Avrupa ülkelerinin vatandaşı olan Müslümanların kamusal alandaki görünürlüğünün daha belirgin oluşu, taleplerini katılımcı bir dille ifade etmeleri yeni tartışmalara yol açmaya başladı. Siyasi rekabetin yoğun olduğu dönemlerde Batı-İslam ilişkilerinde çoğunlukla gerilimli ve çatışmacı bir yaklaşımın hakim olduğu, kültürel ilişkilerin ön plana çıktığı dönemlerde ise daha dostça bir dilin iki dünya arasındaki ilişkileri etkilediği görülür. Ancak 11 Eylül Batı-İslam ilişkilerinde bir kırılma noktası olmuş, Batılıların ve özellikle de Avrupa’nın çoğulculuk, çok kültürlülük ve hoşgörü anlayışı Müslüman topluluklar ile testten geçmeye başlamıştır. Batılı ülkelerin hepsini aynı kefeye koymak doğru olmamakla beraber Pew Research Center, European Union Agency for Fundamental Rights ve Human Rights First gibi güvenilir kuruluşların araştırmaları, Batı’daki Müslümanlara yönelik ayrımcılık ve hoşgörüsüzlüğün arttığını göstermektedir.
Çokkültürlü değil ‘kültürcü’ Eşit vatandaşlık, çoğulculuk ve farklı dini değerlere saygı yerine “kültürcü” bir yaklaşımın ortaya çıktığı, Müslüman toplulukların bir güvenlik tehdidi olarak algılandığı göze çarpmaktadır. Batı’nın bir zamanlar çeperinde olan ancak yoğun göçler nedeniyle merkezine ve içerisine kadar uzanan İslam kültürü ve Müslüman nüfusuna ilişkin bazı kaygılarının olduğu, hem siyasi söylemlere hem de medya ve popüler kültür diline yansıyor. İslam dünyasının Batılı ülkeler tarafından sömürge olarak yönetildiği, iktidar ilişkilerinde kendilerinin egemen olduğu dönemlerin büyük oranda geride kaldığı bir dönemde yaşıyoruz. Ortaçağ’da kiliselerin siyaset, ekonomi ve eğitim üzerinde dominant olduğu dönemleri geride bırakan Avrupa ülkelerinin çoğunda seküler, rasyonel ve bireysel kültür egemen oldu. Ancak Müslümanların Avrupa’ya yerleşmesi, inançlarını korumaları ve kimliklerini canlı tutmak için kurumsallaştırmaları, günlük yaşantılarına inançlarının gereğini yansıtmaları kaygıyla karşılanmaya başlandı.
Çünkü Avrupa büyük oranda sekülerleşmiş, yani hem kurumsal olarak din ve kilise birbirinden ayrılarak farklı alanlarda işlevler üstlenmiş hem de bireysel anlamda dindarlık düzeyleri azalmış yani kilise üyelikleri azalmış, Tanrı inancı zayıflamış, dini pratikleri yerine getirme oranları gerilemiştir. Bütün bunların sonucu olarak dinin toplumsal hayat üzerinde etkisi nerdeyse sıfırlanmış ve dinin kamusal alandaki talepleri zemin kaybetmiştir. Müslümanların Avrupa’nın çeperinden merkezine yerleşmeleri ve dini/kültürel kimliklerini sahiplenmeleri seküler Avrupa’yı kaygılandırmaya başlamıştır. Aşırı sağ başta olmak üzere bazı kesimler Avrupa’nın İslam kültürünün işgaline uğradığını ve Müslüman göçmenler tarafından sömürgeleştirildiklerini iddia etmeye başlamıştır. Kurumsal dini yapıların yani kiliselerin etkinliğini büyük çabalarla sınırlandıran Batılılar din ile aralarına büyük mesafeler koymuş, kalın duvarlar inşa etmiştir. Modernleşmeyi zorunlu olarak dinden kopuş olarak okuma biçimi yavaş yavaş terk edilse de özellikle Batı Avrupa’daki hakim düşünce bu olduğu için Müslümanların inançlarını görünür biçimde yaşamaları ve kurumsallaştırma girişimleri seküler Batı düşüncesi tarafından bir tehdit olarak algılanmaktadır. Krizi yönetemeyen Avrupa Fransa’da başörtüsü başta olmak üzere okullarda dini sembollerin yasaklanması, Danimarka’daki karikatür krizi, İsviçre’deki minare yasağı, pek çok ülkede İslam karşıtı söylemleri ile ön plana çıkan aşırı sağcı ve ırkçı partilerin yükselişi aslında Avrupalıların bu kaygılarının siyasi ve kültürel yansımaları olarak okunmalıdır. İşte söz konusu kaygı ve korkular Avrupa’da bazı ülkelerin dini çoğulculuk, din ve vicdan hürriyeti gibi evrensel hukukta yer alan bazı ilkeleri görmezden gelecek şekilde Müslümanları devlet eliyle idare etme ve yönetme girişimlerine sahne oldukları gözlenmektedir. Bugün gelinen noktada Fransa, Almanya, İsviçre ve Danimarka başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinin Müslüman topluluklara ilişkin politikalarının yetersiz ve başarısız olduğu, dini ve kültürel kaynaklı olduğu iddia edilen krizleri başarılı biçimde yönetemediği ortaya çıkmıştır. Müslüman toplulukların geldikleri ülkeler, ait oldukları mezhepler ve dini geleneklerin tüm farklılıklar ile yansıdığı Avrupa ülkelerinde son dönemlerde acaba Müslüman toplulukları nasıl yönetiriz sorusu daha sesli olarak sorulmaya başlanmıştır. Önceleri Müslümanları muhatap almayan, onları sorunları ile baş başa bırakan siyasi elit artık kendi vatandaşları olan bu toplulukların uyumu, kontrolü, denetimi ve dış etkilerden korunması için neler yapılabilir kabilinden stratejik sorulara cevap aramaya başlamıştır. Müslümanları tektipleştirme Bu noktada Müslümanların tek çatı altında toplanması gibi aslında Avrupa’nın dini ve kültürel çoğulculuk anlayışına, farklıklara saygı ve hoşgörü tecrübesine ters düşen politikalar geliştirmeye çalıştıkları görünmektedir. Örneğin Almanya Federal İçişleri Bakanlığı’nın girişimi ile bu ülkedeki bütün Müslüman grupların (Türkler, Araplar, Boşnaklar, Aleviler, Sünniler vb.) temsilcilerinden oluşan bir Almanya İslam Konferansı (Die Deutsche Islam Konferenz) başlatılmıştır. İlki 2006 yılında toplanan konferansın amacı “Alman devleti ile Müslümanlar arasında uzun vadeli diyalog başlatmak, birlikte yaşamaya ilişkin sorunlara ortak çözümler bulmak, entegrasyona katkıda bulunmak” olarak açıklanmıştı. Almanya, bir taraftan İslam’ı bir din olarak resmen tanımaya yanaşmamakta, öte yandan dolaylı da olsa devletin baskısı ile Müslümanları ortak bir çatı altında birleştirmeye çalışmaktadır. Almanya İslam Konferansı’nda hangi kuruluşların temsil edileceğine bile devlet karar vermektedir. Türkiye’de olsa bu girişim, devletin dine müdahalesi olarak görülür ve kıyasıya eleştirildi. Müslümanları devlet gücüyle birleştirme girişiminin bir başka örneği Fransa’da yaşandı ama istenilen sonuca ulaşılamadı. Nicolas Sarkozy’in İçişleri Bakanlığı döneminde oluşumuna büyük destek verdiği Fransa Müslümanlar Konseyi (Conseil Français du Culte Musulman) 2003 yılında kuruldu. Fransız hükümetinin İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğunda muhatap almayı amaçladığı Konsey beklenildiği kadar etkin olamadı. Devlet müdahalesi sivil toplum ve çoğulculuğun ruhuna aykırı olmasına rağmen Fransa inatla Müslümanları tek çatı altında birleştirmeye, bir başka deyişle Hıristiyan ve Yahudi cemaatleri gibi onları “resmi” kalıplara sokmaya çalışmıştır. Ancak bunu başaramamıştır. Aslında Fransa’nın yaptığı da Almanya’nın yaptığı gibi dine, Müslümanların iç işlerine müdahaledir ve bunun laiklikle bağdaştırılması mümkün değildir. Batı’daki gelişmelere sosyolojik olarak bakıldığında aslında Avrupalıların Müslümanlar üzerinden din ile tekrar yüzleşmeye başladıklarını, kendi dini kökenlerini tekrar keşfetmeye doğru yürüdüklerini söylemek mümkündür. Bu nedenle Batı’nın geleceğini Müslüman toplulukları parantez içine alarak tahayyül etmek mümkün değildir. Açık Görüş - 21 Mart 2010