Saldırının hedefi Türkiye’yi küçük düşürmek ve Türkiye’nin ne kadar risk alabileceğini ölçmektir.
Pazartesi günü yaşanan saldırı yardım gemilerini değil, bizatihi yeni Türkiye’yi hedef aldı. Bu basit gerçeğin anlaşılıp anlaşılamaması Türkiye’nin önümüzdeki onyıllarda kaderini belirleyecektir.
Tarihe bir dönüm noktası olarak kayda geçen bu saldırıyı hala İHH ile, barış eylemcileri ile, gemilerle ilişkilendirenler, son dönemde Türkiye’nin nereye geldiğini, nasıl bir siyaset izlediğini hakkıyla kavrayamayanlardır. Türkiye’nin bundan sonraki kaderi de bu saldırının anlamının ne olduğu konusunda farklı fikir sahibi olanlar arasındaki mücadele ile belirlenecektir.
Saldırının gemilere yönelik olduğunu, Gazze ile ilişkili olduğunu düşünenler, Türkiye’nin orta büyüklükte, kendi siyasi iradesini ortaya koyamayan, siyaset oyununda başkalarının kurduğu oyunda rollerini hakkıyla yerine getirmeye çalışan bir ülke olmasını talep edenlerdir. Saldırının Türkiye’nin son yıllarda kazandığı ivmeyi durdurmak, Türkiye’nin barışçıl ilişkilerle yayıldığı alanı kendi varlığına tehdit olarak algılayan ve bu yüzden geç olmadan sınırlandırılmasını ve kuşatılmasını isteyen güçlerin müdahalesi olarak görenler ise, Türkiye’nin kendisine biçilen rolü değil, kendi istediği oyunu oynamasından yana olanlardır. Sonuçları kısa sürede görülmese dahi, bu iki tespit arasındaki fark, Türkiye’nin önümüzdeki onyıllarda büyük bir güç olup olmayacağını belirleyecek kadar önemlidir.
Türkiye artık oyun kurucu
Türkiye’nin iç siyasette istikrarı, ekonomide düzelmeyi, dış politikada ise kendi özgül ağırlığının çok üstünde bir etkiyle bir süredir dünya siyasetini etkileyecek hale gelmesine uzun süre göz yumulamayacağı açıktı. Zira Türkiye’nin Balkanlarda attığı adımlar, Afgansitan’daki varlığı, Kürt meselesindeki gerçekçi ve soğukkanlı adımları, Suriye ile ilişkisi, İran konusunda yaptırımları boşa çıkaracak kadar önemli bir başarıyı yakalaması, kendi oyununu kurması, bölge için kendi oyunu olanları rahatsız etti. Bu nedenle Gazze’ye giden gemilere yapılan saldırı, sadece iyi bir cezalandırma fırsatının değerlendirilmesinden ibarettir. Ancak bu müdahalenin istenilen sonucu doğurup doğuramayacağını da hala/şimdilik inisiyatifi elinde tutan Türkiye belirleyecektir. Peki oyun kurmak ne demek? Bu gelişmelerin oyun kurmayla ilişkisi nedir?
Siyaseti minimumlarına indirgediğimizde elimizde kalan, siyasi mücadelenin taraflarını belirleyen iradelerin pozisyonlarıdır. Siyasi hayatı yönlendiren de asıl olarak siyasetin kurulma anında kendisini ortaya koyma ihtiyaç ve cesaretini aynı anda gösteribilen siyasi öznelerdir. Siyasi hayattaki kurucu anı dışındaki sair pozisyonlar bu ana çelişkinin çeşitli derecelerle alana yayılmasından ibarettir. Bu nedenle koalisyon kurma siyasetin taktik boyutu iken, pozisyon belirleme siyasi iradenin berraklaşma anıdır.
Maksatlı analizlere rağmen
Siyasi tavır asıl belirleyici iken, söylem sadece bunun nasıl dile getireleceğinin detayıdır. Strateji, belirlenen siyasi pozisyonun nasıl uzun vadeli bir yönelimle uygulanabileceğinin bilgisi iken, taktik ise bu stratejinin tatbikinde karşılaşılan zorlukların aşılma tekniğidir. İşte gemilere saldırı olayı, tam da Türkiye’nin artık bir eşiğe gelmesi, son zamanlarda attığı adımlarla oyun kurmaya girişmesi, kendi adına ilişki kurma talebini fiilen ortaya konması ile alakalıdır. Bu iradenin en somut örneği ise İran’la varılan nükleer anlaşmadır.
Türkiye’nin bu iradeyi koyması, yani siyasi bir özne olarak kendi pozisyonu adına konuşmasından duyulan rahatsızlık bir süredir uluslararası siyaset dilinde “eksen kayması” ya da “batıdan kopma” gibi maksatlı analizlerin de ortaya çıkmasına neden oluyordu. Bu analizler bir yanıyla çapsızlıkla, bir yanıyla Türkiye’yi bilmemekle ortaya çıkıyorsa bir yanıyla da yeni durumun henüz kurumsallaşmadan tasfiyesini isteyen güçlerce Türkiye’nin hedefe oturtulmasıyla ilişkiliydi. Ancak bu ifadeler bir süre sonra artık ciddiyetini koruyamaz hale gelmiştir. Bu salvolardan sonra Türkiye’nin dış politikasının düştüğü yeri tanımlama çabalarında iki önemli kavram kullanıldı. Ömer Taşpınar’ın ifadesiyle “Gaullizm,” yani mevcut ilişkilerini sürdürürken, paralel ve bağımsız ilişkiler de kurabilme becerisi ya da İan Lesser’ın ifadesiyle “bağlantısız” ülke, yani cephe şeklinde davranmak yerine çıkarlarını önceleyerek hareket eden ve tavrını tikel olaylara göre belirleyen ülke gibi davranmaya başlanmasıdır.
Gaullist ve bağlantısız
Gerek Gaullist gerekse de bağlantısız ülke tanımlamalarında, ülkelerin davranışı içinde bulunulan ilişki ağlarını belirleyici değil, kendi pozisyonuna göre bölgeyi şekillendirici özellikler taşıdığı için hem daha zor hem de daha zorlayıcıdır. Türkiye şimdi bu siyasetinin şu ana kadarki en ciddi sınavını veriyor. Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinden, vize kaldırma siyasetine, Brezilya ile ilişkilerinden İran konusundaki tavrına, Balkanlar’da barış arayışlarını hızlandırması ile Karadeniz’e yaklaşımı hep bu çerçevede anlaşılmalı.
Elbette bu noktada kendi adına davranabilme iradesi gösterebilme ile başına buyruk davranma arasında da bir ayrım yapılmalıdır. Başına buyruk davranma, uluslararası sistem içinde meşruiyet arayışına girmeden, kendi pozisyonunu açıklama gereği dahi hissetmeden, ittifaklar kurmadan, davranmaktır. Kendi adına davranmak ise siyaseti kendi pozisyonundan kavramak, bu kavrayışa yönelik eldeki tüm imkanları meşruiyet arayışlarını öne çıkararak kullanmaktır.
Diplomosi mahiri
Belli değerleri öne çıkararak, ancak soyut bir ahlakçılığın kısırlığına düşmeden, “değer-eksenli realist” bir yönelimle, tüm imkanları kullanarak değerleri önceleyen bir pragmatizle davranmaktır. Bu açıdan bakıldığında Türkiye ve Brezilya şu anda daha çok ilk örneğe yakınken, İran ya da Venezuella gibi ülkeler ikinci örneğe daha yakın görünüyor.
Türkiye’nin bir süredir yürüttüğü dış politika uzun zamandır ilk defa kendi adına davranabilme iradesi gösterebilen bir Türkiye’yi müjdeliyordu. Üstelik de bunu son derece maharetle, sonuç üreterek, barışçıl yollardan zorlayıcı mekanizmalar üreterek yapması bir çok kesimde hınç birikimine yol açtı. Türkiye’ye dönük bir takım eleştirilerde bu hıncın izlerini görmek mümkündür: Bir kısım eleştirmenler Türkiye’nin kendi askeri gücünü ve zorlayıcı etkisini kullanmayıp, başkalarının gücünü kullandığını, bunun da en hafif tabirle “beleşçilik” anlamına geldiğine inanıyor, bunun böyle gitmeyeceğini söylüyordu. Bir kısım eleştirmeler Türkiye’nin duruşunun sürdürülemez olduğunu savunarak, barışla sorunların çözülemeyeceğini, bu siyasetin
ilkesel temelleri ile uygulama alanlarını karıştırıyor, bunun üzerinden eleştirmeye çalışılıyordu. Bir kısım eleştirmenler Türkiye’nin boyundan büyük işlere kalkıştığını, çapına göre davranmadığını savunuyor ve bir anlamda aba altından sopa gösteriyordu. Bir kısımları ise Türkiye’nin rolünü ve gücünü abartarak kendi sorumluluk almak istemediği ya da cesaret edemediği sorunları Türkiye’ye havale etmeye çalışıyordu. Gemilere saldırı işte bu gerilim noktalarının biriktiği bir anda çıkmıştır.
Hırçın ve şımarık İsrail
Türkiye’nin bu çabalarından şikayetçi bir çok ülkenin olduğu ortada. Bunların başında gelen ülke İsrail’dir. İsrail yıllarca çatışma kültürü üzerinden prim toplamış, hırçınlıkla karışık şımarıklığı ile hesap ödemeden, yaptıklarının sorumluluğunu üstlenmeden yaşamaya alışmıştır. Türkiye’nin İsrail’le çatışmadan ancak İsrail’in sorunlu olduğu alanlarda üretici ve barışa yönelik hamleleri İsrail’in hırçınlığını giderek daha fazla teşhir eder hale getirmişti. Bölgede İsrail mağduru olduğu halde, İsrail’in baskılarıyla adete konuşulmayan, tecrit edilen aktörlerle ilişkiye geçen Türkiye, böylece İsrail’i giderek daha fazla yalnızlaştırmıştır.
Şimdi İsrail bu teşhir sürecine son vermek, Türkiye’yi kendi istediği alana çekerek kendi hırçın ve saldırgan pozisyonuna uydurarak Türkiye’nin barış yoluyla kazandıklarını bırakmasını istemektedir. Gerek Davos, gerek sandalye krizi gerekse de bu son saldırı hep çabaların ürünüdür. Bu anlamıyla İsrail’in yaptığı İHH gemilerine ya da barış gönülülülerine değil, tam tersine artık tahammül edemedikleri Türkiye’nin bu duruşuna karşı vurulmaya çalışılan bir darbedir.
İsrail için bardağı taşıran son damla ise İran’a savaş ilan edilmesi, olmazsa yaptırım uygulatmak için sürdürdüğü savaş çığırtkanlığı politikasının Türkiye-Brezilya anlaşmasıyla bir anda anlamsız hale gelmesidir. Türkiye’nin İran konusunda geri adım atmayarak, yapılan anlaşmayla diplomasinin hala imkanları olduğunu ispatlaması artık İsrail için katlanılamaz hale gelmesine yol açmıştır.
Teşhir olan ülkeler
Bölgede başka ülkelerin de benzer kaygıları olduğunu görmek mümkün. Yıllarca kendi halkına baskı kurarak ortaya çıkan, İsrail’le her tür kirli ilişkiye giren ancak içeride İsrail karşıtılığı ile prim yapan Mısır da İsrail’den farklı düşünmüyor bu konuda. Türkiye’nin koyduğu tavırlarla teşhir olan, Arap dünyasındaki itibarı sarsılan Mısır’ın ürettiği hınç, iç politika (demokrasi baskısı), ekonomi (ABD mali yardımı) ve dış politika (İsrail) kaygılarıyla devam ettirdiği Gazze ablukasında ortaya çıkmaktadır. Nitekim gemi saldırısı ile etapta rahatlayacağını düşünen Mısır, daha da fazla teşhir olmuş, nihayet ablukayı devam ettiremez hale gelmiştir. Böylece Mısır aslında bu son eylemin ilk kurbanı olmuştur da denebilir. Mısır’ın yanına Ürdün ya da Suudi Arabistan gibi içeride şedit, kendi halkına acımasız ama İsrail’e dost ülkeler de, Türkiye’nin politikalarından rahatsız olmuş, ancak bu süreçte önemli itibar kaybına uğramışlardır.
Türkiye’nin yeni dış politikasının belki de en çok tartışıldığı, en çok merak edildiği ülke ABD’dir. Uzun yıllardır Soğuk Savaş reflekslerine ve pazarlıksız istediğini almaya alışmış olan ABD, pazarlık yapan bir Türkiye’den elbette belli oranlarda şekvacıdır.
Ancak gerek alternatifsizlik gerekse de Türkiye’nin demokratik yapısı, Washington’daki yeni yönetimi Türkiye ile daha yapıcı bir ilişki kurmaya itmektedir. Son derece pragmatik bir ülke olan ABD, Türkiye’nin politkalarının sürdürülebilir ve sonuç getirici olduğunu gördükçe, her ne kadar maliyetinden rahatsız olsa da olumlu bir tavır sergilemeye devam ediyordu.
Washington geçiştiriyor
Washington için önemli aşamalardan biri ise yine İran meselesi olmuştur. Washington aylarca uğraştığı BM yaptırımlarını Güvenlik Konseyi’nden geçirme çabalarında, Türkiye-Brezilya anlaşmasını olumsuz bir gelişme olarak değerlendirdi. İran konusunu Ortadoğu barış sürecinde İsrail’i masaya getirecek önemli bir koz olarak gören Washington şu an itibariyle İsrail’in attığı adımları da kaldırılamaz görmeye başlamıştır. İç siyaset ve Kongre’nin mali yapısından dolayı
İsrail’e bağımlı bir ülke olarak ele alınması gereken ABD’nin bu noktada kendi iradesine kalsa daha farklı davranacağından şüphe yok. Ancak şu an itibariyle, Washington’ın sadece örtük mesajlarla konuyu geçiştirmeye çalışacağını söyleyebiliriz.
Saldırının hedefi Türkiye’yi küçük düşürmek, bu saldırı ile Türkiye’ye sınırlarını göstermek, belli sınırların geçilemez olduğunu göstermek, Türkiye’nin alabileceği risklerin sınırlarını ölçmektir. Türkiye bu sınavı geçerse gerçekten Ortadoğu’da merkez olacaktır. Ancak sınavı geçmesi için öncelikle bölge ülkelerine bu sınavı geçtiğini ispat etmelidir. Bunun için de artık bölge güvenliğini, bölge barışına karşı ülkeleri güvenlik tehdit sıralamasında en başa oturtarak buna göre yapılandıracağı yeni konumuyla ispat edebilir. Türkiye yol ayrımında. Ya bu aşamayı geçecek ve kendi siyasetini oluşturan merkez ülke olacak ya da burada tıkanarak başkalarının siyasi kavgalarında piyon olacak, iddiasız ama orta ölçekli bir ülke olmaya devam edecektir.