Parmaklarım titreyerek klavyenin tuşlarına dokunuyorum. Dışarıda ambulans sirenleri ötüyor. Ulus’taki patlama haberi henüz geldi. Sempatik olmaya çalışan tuhaf antenli tiplemelerle ya da mükerrer komedyenlerle milyon dolarlık reklâmlar yapan GSM operatörlerinin hiçbiri çalışmıyor; şebeke meşgul! Çünkü ortada mizahî değil, ciddi bir durum var; “Öyleyse bize iş düşmez” mi dediler acaba?
Geçen sayıdaki Ankara Havası’nda, “Erke dönergeci nerede?” diye sormuş ve dış güçlerin onu çalmış olabileceği şüphesini dile getirmiştik. Maalesef haklı çıktık. Parmaklarım titreyerek klavyenin tuşlarına dokunuyorum. Dışarıda ambulans sirenleri ötüyor. Ulus’taki patlama haberi henüz geldi. Sempatik olmaya çalışan tuhaf antenli tiplemelerle ya da mükerrer komedyenlerle milyon dolarlık reklâmlar yapan GSM operatörlerinin hiçbiri çalışmıyor; şebeke meşgul! Çünkü ortada mizahî değil, ciddi bir durum var; “Öyleyse bize iş düşmez” mi dediler acaba? Marmara depreminde de böyle olmuştu da “ders almış” gibi yapılmıştı. Demek ki, 8 yıldan sonra değişen, daha doğrusu gelişen bir şey yok; abone sayısındaki artıştan başka! Bazı televizyonlar –onlar kendilerini biliyor; vatandaş da biliyor!- haberi ilk verme adına gelen ham görüntüleri hiçbir ayıklama işlemine tâbi tutmadan yayımlıyor. Her halükârda –eğlencede ve yasta, hastalıkta ve sağlıkta, savaşta ve barışta- insan vücudu teşhir etmekten geri kalmamış oluyorlar böylece. Yarın gazeteler de, içinde bolca “ulus” geçen kelime oyunlarıyla paylaşacak acımızı. Susan Sontag’ın “Başkalarının Acısına Bakmak” derken ötekileştirdiği diğer özne bu yüzden medyaydı zaten. “Bizim acımız”dan söz ederken bile kendisini ayrıştırıyor medya. Göreceksiniz, taziye günlerinin bitimine yakın, en ufak bir sorumluluk duygusuna geçit vermeden, aynı acı üzerinden belli çevrelere mesajlar yağdıracaklar. Acı tazelenecek; hatta kayda geçmiş kopuk uzuvların ve fotoğrafının çekildiğinin bile ayırdına varamayacak derecede şoka girmiş insanların görüntüleri yüzünden hiç unutulmayacak. Siz, bu acıya terörün amacı olan dehşet ve korkuyu da ekleyebilirsiniz. Eskiler ne güzel söylemiş: “Bâtılı tasvir, bâtıldır.” Merak ediyorum; patlamayı canlı yayında verme imkânını bulsalar, tatmin olurlar mıydı?
İsminin açıklanmasını istemeyen üst düzey bir askerî yetkili, emekli bir başçavuş (akreditasyonumuz ancak bu kadarına yetiyor), çarpıcı açıklamalar yaptı. Biz sorduk, mütekait başçavuş cevapladı; öyle böyle değil, bizzat başçavuşun kendisi! Buyurun, Yavuz Donat usûlü soru-cevap faslına:
- Efendim, öncelikle nedir erke dönergecinin olayı? Nasıl bir icattır? - Şu an fazla açıklama yapamam; fakat şu kadarını söyleyebilirim: Cumhuriyet’in ve laikliğin değerlerini sözde değil, özde benimsemiş bir icattı. - Onu biz de biliyoruz da; niçin “–tı” diye bahsediyorsunuz? Bir terslik mi var? - Şeey, (Burada, telefonun öbür ucundaki gür ses hafiften çatallanarak dokunaklı bir tona bürünüyor)… - İlkbaharda kamuoyuna tanıtacaktınız? - Beyefendi, erke dönergeci çalındı maalesef! - Yaa… Ne! Çalındı mı, kim çaldı? - Dış güçler! - Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz? - Peşine düştük ve götürüldüğü yeri bulduk. - Peki, neredeymiş? - Yer adı vermem doğru olmaz; ama dost ve müttefik bildiğimiz bir ülkede. - Demek Amerika’da. - …? - Peki, alıp geri getirmek mümkün değil miydi? - Denedik; fakat erke dönergeci en son teknolojiyle donatılmış genetik kodları olan bir icattı. - Yani? - Yanisi şu: Biz onu yaparken “Görevimiz Tehlike” dizisinden esinlenmiştik. Erke dönergeci, düşman eline geçtiğini anladıktan hemen sonra, tıpkı dizideki kaset gibi kendi kendisini imha etmeye programlanmıştı. Biz onu bulduğumuzda dumanları tütüyordu. (Çatallaşan ses, bir sağanak öncesi gök gürültüsü gibi çözülüyor). - O, kaset değil, disketti sanırım. - Galiba siz dizinin 80’li yıllardaki versiyonundan söz ediyorsunuz. Biz 60’lardaki versiyondan hareketle erke dönergecini icat etmiştik. - Haa. - Yaa. - Demek, öncesi olan bir çalışmaydı bu? - Ta 1960’lardan beri uğraşıyorduk. “Görevimiz Tehlike” dizisini ilk izlediğimiz andan itibaren… İnfilak etmeseydi, onu NTV’deki “Türk Mucitler Yarışması”na sokacaktık. - Valla başçavuşum, kesin birinci olurdunuz. - Valla. Dedi ve kapattı telefonu.
Anlayış - Haziran 2007
Deniz’e düşen… CHP’nin kemikleşmiş seçmenini fena halde kızdıran Genç Parti ile seçim ittifakı ihtimali, Mayıs sonu itibariyle netleşmiş değildi. Gazeteci Nazlı Ilıcak’ın eski kocası Emin Şirin’in başını çektiği ittifak hareketi CHP’nin DSP ile “birleşmesi” sonrası biraz gündem dışı kalmış görünüyor. Bu arada Şirin’in AK Parti’den meclise girip LDP, DYP ve ANAP’ta konaklayıp şimdilik Genç Parti’de karar kıldığını anmamak olmaz. Buna göre, TBMM çatısı altında katılmadığı bir CHP kalıyor. Bu gidip gelmeler sırasında, temsil ettiği GP adına olmasa da, kendi adına Baykal ile bir ittifak yapar mı, yapar! Bilindiği gibi CHP Lideri Baykal, bir ara DSP ile birleşme çalışmaları akamete uğrar gibi olunca, tepkilerin yükselmesi üzerine, herkese kucak açtıklarını söylemişti. Şirin de ‘herkes’ten biri olduğuna göre, kucaklaşma ritüeline pekâlâ katılabilir. Öte yandan, DSP Lideri Zeki Sezer’in ısrarla “Birleşmedik” demesine rağmen, “Birleştik” vurgusunu her fırsatta tekrarlayan Baykal, aynı şekilde Genç Parti tabanına da yeşil ışık yakıyor: “Genç Parti ile seçim işbirliği konusunda kurumsal bir çalışmamız yok; ama Genç Parti seçmeni ile kucaklaşmaya hazırız.” “Aç herkese açabildiğin kadar sineni, ummanlar gibi olsun!” mısraındaki ‘umman’ın deniz anlamına geldiğini hatırlayınca, doğrusu, Baykal’a pek yakışan bir tavır var ortada. “Kurumsal işbirliği yok; ama seçmenle kucaklaşmaya hazırız”; yani ortada söz, nişan, izdivaç yok. Dolayısıyla muhtemel bir anlaşmazlık halinde mağdur tarafın haklarını kayıt altına alan bir imza, sözleşme de yok. Allah’tan, işadamı geçmişiyle tebarüz eden GP Lideri Uzan, bu söz, senet, imza işlerinde deneyimlidir. Öyle her ‘deniz’e balıklama atlamaz. Ali Cengiz Tuğrul tadında bitirelim: Son söz: Zeki Sezer’in yılana sarılacağı gün yakındır!
GS tribünlerinde Fethullahçı kadrolaşma Toplumsal şiddet açlığının tezahür ettiği yerlerden birisi de, antik çağların arena ve hipodromlarına tekabül eden stadyumlar. Pek çok sosyolog, futboldaki şiddetin asla sadece futbol kaynaklı olamayacağını söyler durur. Geçen ay, Ali Sami Yen’de yaşanan ve artık söze hacet bırakmayan, İlker Yasin’in deyimiyle “sahalarımızda görmek istemediğimiz görüntüler” hakkında en farklı tespit Cumhuriyet gazetesine aitti. Bahsi geçen sosyologları bir kez daha haklı çıkaran habere göre, Galatasaray taraftarları arasında son günlerde yükselen şiddet eğiliminin nedeni, sıkı durun: Fethullahçı yapılanma! Ordudan Emniyet güçlerine, bürokrasiden iç siyasete, Orta Asya’dan Amerika’nın küresel politikalarına kadar her alana el atan “Fethullahçı kadrolaşma”nın GS gibi güzide bir kulübümüze el atmaması düşünülemez. Düzey bu! Peki, mantık ne? O da şu: “Aralarında bir de amigonun bulunduğu Fethullahçı grubun, özellikle Fethullah Gülen’e yakınlığı ile bilinen futbolcu Hakan Şükür’le yakın ilişkide oldukları çeşitli çevrelerce iddia edildi.” Ulusalcı Pravda’nın sırıtan manipülasyonunun ardından argümantasyon çabası geliyor: “Hakan Şükür, bir süre önce bir TV programında, o dönemde kaçak olarak yurtdışında bulunan Fethullah Gülen’e sempatisini dile getirmiş…” Devamını biz getirelim: “…ve Gülen’den aldığı gizli talimat gereği, GS tribünlerinde bir kadrolaşma hareketine girişerek şiddet olaylarının başlaması için düğmeye basmıştı!” Bu mudur yani? Öyleyse GS Başkanı Özhan Canaydın, hemen laik taraftarlarla işbirliği yapıp “sportif bir 28 Şubat” operasyonu için düğmeye bassın. Gerekirse tecrübeli Ali Kırca’dan lojistik, teknik, taktik destek alabilir. Zaten Sayın Canaydın’ı ancak böyle bir hamle paklar! Bu haberi bile o yaptırmış olabilir! Yoksa koskoca Cumhuriyet gazetesi, belki Hitler sempatizanı ya da Menderes taraftarı olur; ama asla böyle uçuk ve acemi bir habere imza atmaz.
Erke Dönergeci ile ilgili üst düzey emekli asker açıklaması