Cumhurbaşkanlığı seçimi ve aday profilleri ile alakalı yapılan analizlerin önemli kısmı sadece ana yoğunlaşarak, Cumhurbaşkanlığı kurumunun siyasal sistem içerisinde yaşadığı tarihsel dönüşümü ıskalıyor. Mevcut tartışmanın anlamlı olabilmesi ancak bu tarihsel dönüşüm ile son 10 yılda siyasetin toplumun talep ve tercihlerinin ana odağına evrilmesinin anlaşılması ile mümkündür.
2007 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçim sistemindeki değişikliklere kadar, Cumhurbaşkanlığı kurumu devlet ile siyaset arasına kalın çizgilerin çekildiği bir dönemin en önemli sembol kurumlarının başında gelmekteydi. 1982 anayasasının kalıcılaşmasını öngürdüğü devlet-siyaset ayrımında Cumhurbaşkanlığı kurumu herhangi bir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde devlet safhına konumlandırılmıştı. Bu amacın dışında bir görüntü sergileyen Turgut Özal ve Abdullah Gül dönemleri, bu iki ismin kişisel ve siyasal tercih ve çabalarının eseri olup, 1961 ve 1982 anayasalarının Cumhurbaşkanlığı kurumuna biçtiği rolü ve ruhu temsil etmiyordu.
Yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimi hem bu kurumun ruhunda hem de rolünde sahici bir değişimi temsil ediyor. İlk defa halk tarafında seçilecek olan Cumhurbaşkanı, devlet ile siyaset alanı arasında daha önce var olan ayrımın ortadan kalktığını, bu iki alanın birbirine yakınlaşıp bütünleştiğini sembolize edecek. Bu yeni durum, kaçınılmaz olarak bundan sonra seçilecek Cumhurbaşkanının meşruiyet ve dolayısıyla sadakat kodlarını değiştirecek.
Vesayetçi rejimin “bekçisi” ve seçilmişlere karşı “denge” unsuru olarak kurgulanan önceki sistemde, Cumhurbaşkanı adaylarından aranan temel niteliği onların bu vesayetçi ideoloji ile kurduğu ilişki ve bu ideolojiye yaslanan sistemi savunma konusunda gösterdikleri (ve gösterecekleri) iştiyak oluşturmaktaydı. Bu yapının gereği ve sonucu olarak, sistem içerisinde meşruiyeti sorgulanmayan Cumhurbaşkanı, kaçınılmaz olarak toplumun çoğunluğunun istek ve taleplerinin karşısında kendisini konumlandırmak zorundaydı. Başka bir ifadeyle, Cumhurbaşkanı, ancak “cumhuru” karşısına aldığı müddetçe sistem tarafında makbul görülüyordu.
2007 yılında yapılan değişiklik sadece Cumhurbaşkanının seçim yöntemini değiştirmekle kalmayıp; devlet ile siyaset, cumhurbaşkanı ile cumhur arasındaki ikilemin ortadan kaldırılmasını da sağladı. Bu da Cumhurbaşkanının meşruiyet kaynağını, yönelimini, siyaset ve toplum ile kurduğu ilişki biçiminin yeniden tanımlanma sürecini başlattı. Yeni dönemde, yetki sınırları anayasa ile belirlenen Cumhurbaşkanı, meşruiyet kaynağını “cumhur” ile kurduğu ilişkiden alacaktır. Türkiye’nin yarı-demokratik rejiminin en temel göstergesi olan MGK siyaset belgesine sadakat değil de, toplumun talep ve tercihleriyle güçlü bağ kurması, yeni Cumhurbaşkanından aranan en temel özelliktir. Bu da yeni Cumhurbaşkanının hem vesayetçi sistemin bekçiliğini bırakması hem de daha önce üstlendiği seramonyal temsili sahici toplumsal temsille ikame etmesiyle mümkündür. Hülasa, Cumhurbaşkanlığı seçim sistemindeki değişim Cumhurbaşkanı adaylarının belli bir toplumsal tabana dayanması; dolayısıyla güçlü temsil ehliyetine sahip olması, siyaseyet ile daha güçlü bağ kurmalarını elzem kılmaktadır. Cumhurbaşkanlığı adayları da bu kriterler (temsil gücü ve siyasal bağ) esas alınarak değerlendirilmelidir.
İktidar ve muhalefetin Cumhurbaşkanı adaylarını açıklamalarının ardından, her iki grubun tabanının verdiği tepki Türkiye’nin 2002 yılından itibaren her geçen yıl daha da aktif hale gelen ana fay hattının resmini en berrak şekilde ortaya koydu. Türkiye’nin etnik, mezhep ve inanç farklılılklarından beslenen geleneksel fay hatlarına, muhalefetin toplumsal tabanının siyasal sistemde temsil edilememe inanç ve duygu dünyasından beslenen “temsil krizi” de eklenmiş durumda. Bu temsil krizinin iki vechesi mevcut. Birincisi, iktidarın siyasal sistemdeki dominant durumu ve bunun da önümüzdeki yakın dönemde değişmeyeceğine dair muhalefet tabanında varolan inanç. İkincisi, muhalefetin tamamıyla siyasal başarıya endekslenmiş, partinin kimlik ve ilkelerini geri plana atan siyasetinin yol açtığı tabandaki “temsil krizi”. Buna karşın, AK Parti tabanı ise parti ve lideri üzerinden siyasal sistemde güçlü bir temsile sahip olduğu inancı ve duygusuna sahip. Bu iki grubun “siyasal temsil” ile kurduğu ilişki, partilerinin Cumhurbaşkanı adaylarını açıklanırken ortaya koydukları yaklaşımlarında net bir şekilde görülüyordu.
Erdoğan’ın adaylığı, taraftarlarının coşkulu tezahüratları, destek sloganları ve alkışları eşliğinde açıklandı. Adaylığının açıklandığı salona duygusal bir atmosfer hakim oldu. Yaptığı konuşmayı adet olduğu üzere şiirler, anektodlar ve kişisel hikayeleriyle bezedi. Dışarıdan bir dinleyici için şifreli gelebilecek, kodlarla süslenmiş konuşması, tabanının duygu ve düşünce dünyasına hitap edip, onları coşturan bir işlev gördü. Salondakilere izlettirilen Erdoğan’ın hayatını analatan videoyuyu, AK Parti tabanı sadece Erdoğan’ın hayat hikayesinin bir özeti olarak okumadı. Bunun yerine, o video üzerinden kendi öykülerini gördüler. Kendi serüvenlerini okudular. Kendi dışlanmışlıklarını hissettiler. Kendi kırgınlıkları ve küskünlüklerini hatırladılar. Ezcümle, o video, Türkiye’de muhafazakar, İslami kesimin siyasal serüveninin, dönüşümünün özeti kabilindeydi. Bütün bu özellikler de Erdoğan’ın kendi tabanının hikayesi, zihin ve duygu dünyasıyla ne ölçüde ilişki kurduğunu ve bunları ne ölçüde kendi şahsı üzerinden temsil ettiğini ortaya koymaktadır. Erdoğan’ın seçim kampanyasının etrafına bina edeceği ana sloganlardan birinin “milletin adamı” olması, kendisinin toplumla kurduğu güçlü bağa dair sahip olduğu özgüveni yansıtıyor.
Buna karşın, muhalefet adayını bir mahcubiyet havası içerisinde açıkladı. Mevcut Cumhurbaşkanları arasında en fazla tanıtılmaya ihtiyaç duyan, en az bilinen aday olmasına karşın kendisi “coşkulu” bir toplantı ile tanıtılamadı çünkü bu “coşkuyu” sergilemesi gereken bir sosyal taban mevcut değil. Bunun yerine, İhsanoğlu, eski Cumhurbaşkanlığı seçim yöntemlerinin tekerrürü gibi elitler arası bir pazarlık sonucunda nasıl seçildiyse, yine elit dizaynlarla kamuoyuna takdim edildi ve edilmeye devam ediyor.
Muhalefetin sosyal tabanında bu adaylığın sonucunda bir sevinç, coşku veya rahatlama emaresi görülmedi. Aksine, rahatsızlık, mutsuzluk, aldatılmışlık ve hayal kırıklığı ifadeleri hem parti içerisinde hem de muhalefet tabanında çeşitli vesilelerle daha gür bir tonda ortaya kondu. Bu, seçilen aday ile taban arasındaki doku uyuşmazlığının bir sonucudur. Örneğin, Erdoğan’ınkine benzer şekilde İhsanoğlu’nun hayat hikayesini anlatan bir video gösterilse, acaba İhsanoğlu’nun oyunu almaya talip olduğu CHP ve MHP tabanının yüzde kaçı bu videoda kendi öykülerini görürdü?
İhsanoğlu’nun adaylığı, özellikle CHP tabanında, son yıllarda yaşanan temsil krizini daha derinleştiren bir işlev gördü. Muhalefet, her geçen yıl temsil ettiğini iddia ettiği siyasal değer ve platforma daha fazla yabancılaşan, siyasal başarıyı ancak kendisine yabancılaşmak ve kendi varlık gerekçesini inkar ile mümkün olacağını düşünen bir siyaset izliyor. Muhalefetin daha önce siyasal performans düşüklüğünden kaynaklanan kendi tabanını siyasal sistemde temsil edememe durumuna kendisine yabancılaşması da eklenince muhalefet tabanının yaşadığı “temsil krizinin”derinleşmesi kaçınılmaz kılıyor.
DEMİRTAŞ'IN ADAYLIĞI
Yeni Cumhurbaşkanlığı formatının elzem kıldığı toplumsal bağ ve toplumsal temsil kaçınılmaz olarak adayların siyasetle nasıl bir ilişki kurduğundan etkilenecek, hatta onun eseri olacaktır. Hem Erdoğan hem de Demirtaş bu yeni formatın ruhuna uygun olarak sadece güçlü bir siyasal geçmişten gelmekle kalmıyorlar aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı adaylıklarını güçlü siyasal söylem ve tahayyül üzerine bina ediyorlar.
Erdoğan’ın AK Parti’nin Cumhurbaşkanı adayı olarak ilan edilmesinden sonra yaptığı konuşma hem nasıl bir toplumsallık ve siyasallık üzerinden yükseldiğini hem de Cumhurbaşkanlığı görevini sürdürürken bu iki damarla da bağını koparmayacağının mesajlarıyla doluydu. Bu minvalde, siyasal hayatında verdiği en önemli mücadelelerin başına siyasal sistemi vesayetten kurtarmayı koyan Erdoğan, 10 Ağustos’u siyasetin vesayetçi etkilerden arındırılmasının son dönemeci olarak kodladı. Türkiye’deki toplumsal çevreyi merkeze taşıyan ve merkezi toplumun değer kodlarıyla dönüştürmeye çalışan hareketin lideri olarak, global merkezin periferisinde kalan Müslüman dünyayı global merkeze taşıma arzusunun olduğunu ve bunu Cumhurbaşkanlığı köşkünde de devam ettireceğini ortaya koydu.
Buna ilaveten, Türkiye’nin kendisini yeniden tanımlaması, vesayet sisteminin ideolojisinden de arındırmasını ifade eden Çözüm Süreci’nin hamiliğini yapmayı sürdüreciğini belirtti. Bütün bu meselelerde Erdoğan, siyasal bir tasavvura sahip. Ve bu siyasal tasavvur Erdoğan’ın politik mücadelesinin asıl itici gücünü oluşturuyor. Sahip olunan siyasal tasavvur, bu tasavvurun gerçekliği ve gerçekleşmesi için ortaya konulan mücadele bir aktörün siyasal kredibilitesi ile tabanı arasında güçlü bağ kurmanın ön şartıdır. Sahip olunan siyasal miras bu kredibiliteyi tahkim eden bir işlev görür. Bu konuda, Türkiye’de tartıştığımız temel meselelerin hepsinin siyasetin zayıflığından veya çözüm üretememesinden kaynaklandığını düşünen Erdoğan, çözüme de ancak yine siyaset ile ulaşılacağını düşünmektedir. Dolayısıyla, Erdoğan, toplumdan sahip olduğu siyasal tasavvur ve bu tasavvura yönelik son 12 yılda ortaya koyduğu pratik üzerinden toplumdan destek talep edecek.
POST SİYASET ADAYI:
Buna karşın, aday olarak ilanından itibaren İhsanoğlu, sekiz mezarlık ziyaretinde bulundu. Seçim kampanyası yürütmeyeceğini belirten İhsanoğlu, siyasette ortak kesen olacağını fakat aynı zamanda da siyaset dışı/üstü kalacağını belirtti. Sahici meseleler, tarihi adaletsizlikler üzerinden ayrışmış bir toplumda her toplumsal kesim için neden en ideal aday olduğunu vurguluyor. Bu yaklaşımıyla İhsanoğlu, siyaset ve siyasalın bu kadar canlı ve dinamik olduğu bir ülkede “post-siyasal” dönemin sembolizmini ve dilini geliştirmek durumunda kalıyor. Bu nedenledir ki Erdoğan ve Demirtaş’ın siyasal dili ile toplumsal tabana dayandırdığı adaylık süreçlerini, İhsanoğlu, “post-siyasal”ın ruh hali ve kavram dünyası ile savuşturmaya çalışıyor.
Toplumsal kucaklayıcılık, kutuplaşmayı azaltmak, farklılıkları kucaklamak ve demokratikleşmeyi sağlamak gibi muğlak bir platform üzerinden hem kendisini hem de söylemini inşa etmeye çalışan İhsanoğlu, bahsettiği konular ile çizmeye çalıştığı imaj arasında derin bir uçurumun olduğunu fark etmiyor gözüküyor. Öncelikle bahsedilen bütün problem alanları Türkiye’de siyasal alanın ve fay hatlarının sahiciliğinin eseri ve göstergesidir. Örneğin, toplumsal kutuplaşma, önemli oranda farklı Türkiye tasavvurlarının Türkiye’yi, toplumu, siyaseti yeniden tanımlama için kamusal alanda verdiği mücadelenin eseridir. Bu mücadelenin ortaya çıkardığı gerilim soyut bir kucaklama edebiyatıyla değil ancak farklı kimlik gruplarının kamusal alandaki etkileşimleri için ortak bir norm üzerinde anlaşmalarıyla aşılabilir. Toplumsal gerilim ve çatışmaları kabul edilebilir bir vasatta uzlaştırmak, bu uzlaşıyı da ortak bir toplumsal sözleşmeye dönüştürmek siyaset ve siyasalın görevidir, post-siyaset veya siyaset dışılığın değil. Post-siyaset, ancak toplumsal gerilim ve fay hatlarının minimize edildiği, yönetimin bürokratik rutine dönüştüğü, siyasetin heyecan uyandırmadığı bir vasatta anlamlı olabilir. Böyle bir vasatta, toplumsal temsiliyet ve siyasal tasavvurdan bağımsız olarak, CV içerikleriyle adaylar seçilebilir. Fakat, Türkiye’de hala birçok toplumsal kesim temel ve varoluşsal meselelere sahip. Bunlar da ancak sahici bir siyaset ile çözülebilir. Bu nedenle, İhsanoğlu, demokrasinin standartlarını yükseltmek gibi muğlak bir ifade kullanmaktan ziyade Kürt meselesi, Alevi meselesi, din-devlet ilişkilerinde nasıl bir perspektife sahip olduğunu Erdoğan ve Demirtaş gibi somut bir şekilde ortaya koymalıdır. Nasıl bir Türkiye, nasıl bir dış politika tasavvuruna sahip olduğunu toplum ile paylaşmalıdır. Ne yazık ki, bugüne kadar bütün bu alanlarda dişe dokunur birşey söylemedi. Siyaset ile anlamlı bir ilişkiye geçmeden siyasal bir ortak bileşen olma arzusunu ortaya koyuyor.
Sonuç olarak, hala sahici toplumsal gerilimler ve siyasal meselelere sahip, güçlü siyasal gelenekler ve seçmen sadakatine dayanan bir ülkenin, temsil gücü olmayan, post siyaset perspektifine sahip bir Cumhurbaşkanından ziyade, siyasal tasavvurunu ortaya koyan, temsil gücü yüksek bir adaya ihtiyacı var.
[Star, 05 Temmuz 2014]