15 Temmuz başarısız darbe girişimi Türkiye’de hem ulusal hem de uluslararası boyutlarda belli bir süredir devam eden iktidar mücadelesinin billurlaştığı bir an oldu. Bu iktidar mücadelesi genel hatlarıyla “yerli ve milli” irade ile “Batıcı” irade –CHP ile FETÖ’nün ortak paydası– arasında gerçekleşmektedir. Bu iktidar mücadelesinin izlerini, 15 Temmuz’u anlamlandırma konusunda yaşanan derin ayrışmada takip etmek de mümkündür.
Yerli ve milli iradeyi taşıyan siyasi bloğun perspektifinden 15 Temmuz, uluslararası boyutta bir işgal operasyonu özelliği taşırken, ulusal boyutta ise iktidarın ve toplumun demokratikleşmesine karşı bir direnç ve öfke niteliği göstermektedir. Gerçekten de, Türkiye’de Batıcı siyasetin –hem CHP hem de FETÖ versiyonuyla– krize girdiği bir noktada Batılı siyasi aktörler yerli ve milli siyasi iradeyi ezmek ve yok etmek için aktif bir şekilde darbe girişiminin içerisinde yer aldı. Yerli Batıcı siyasi aktörler ise demokratik siyaset içerisinde kalarak devletin kendileri tarafından mutlak bir şekilde kontrol edilmesinin yolunun kapalı olduğunu gördü. Ve merkeze yerleşen yerli ve milli siyasi aktörleri yerinden etmek için zora başvurmaktan başka çare olmadığına kanaat getirdiler. İktidarın demokratikleşmesi, yani demokratik siyasetin iktidar olmak için tek kanal haline gelmesi, bölge ülkelerde Batılı güçlerin istemediği sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Toplumun demokratikleşmesi de, toplumsal çevrenin ekonomik ve kültürel anlamda güçlenerek merkezdeki Batıcı imtiyazlı çevreler üzerinde eşitlenme ve çeşitlenme baskısı kurmasına yol açmaktadır. Bu durum, bu ülkeleri Batı yörüngesinde tutma siyasetine büyük bir darbe demektir. Toplumsal çevrenin güçlenmesi ve toplumsal anlamda yaşanan demokratikleşme, bölge ülkelerin kontrol altında tutulma maliyetini artırmakta ya da daha da kötüsü kontrolün tamamıyla kaybedilmesi demektir. Batıcı iradeyi temsil eden toplumsal ve siyasi muhalefet açısından ise 15 Temmuz, AK Parti hükümetinin “kontrolünde” gerçekleşen bir darbe girişimiydi. Burada “kontrol”den kasıt, AK Parti’nin ülkede rejim değişikliği gerçekleştirmek için olağanüstü hal oluşturma peşinde olduğu ve bunun için darbecilerle birlikte iş tuttuğu ve yine AK Parti’nin aynı gerekçelerle darbenin gelişini gördüğü ancak engel olmadığıdır. Bu absürt iddiaların yanı sıra, darbe girişiminin engellenmesinde milletin göstermiş olduğu direnci hafife almaya yönelik söylemlerin ve yine bu direnci sulandırmaya yönelik ciddiyetsiz iddiaların da dolaşımda olduğunu belirtmek gerekir. Öyle ki, 15 Temmuz’da istenen sonucun elde edilmemesi, saygın Batılı medya kuruluşlarının kendi yayın çizgilerinin dışına çıkarak “avamlaşması” ve açıktan siyasi pozisyon almaları gibi sonuçlar üretmiştir. Ayrıca, 1908 darbesinden itibaren ordu üzerinden iktidara yürüyen, ancak bu kanal üzerinden etkinlik kurabilen jakoben kesimler, bu süreçte “TSK yıpratılıyor” iddiası üzerinden 15 Temmuz’a gölge düşürmeye çalışmaktadır.
BATICI SİYASETİN KRİZİ
Gerçekten de, 15 Temmuz uzunca bir süredir yaşanan iktidar mücadelesinin ayyuka çıkmasını, artık tam anlamıyla aşikar olmasını sağladı. Öyle ki, CHP ve diğer muhalifler 2010-2016 yılları döneminde FETÖ’nün güdümünde kullanıma soktukları “otoriterlik,” “tek-adam rejimi” ve “kutuplaşma” gibi mevcut iktidar mücadelesinin mahiyetini çarpıtmaya yönelik söylemleri büyük oranda bir kenara bırakmak zorunda kaldı. Muhaliflerin hakim kılmaya çalıştığı bu kutuplaşma ya da daha teknik bir dille antagonizma, güya özgürlükleri kısıtlayan iktidar ile özgürlük mücadelesi veren muhalefet arasında bir çatışma algısı üretmeye çalışıyordu.
Bu gerçeklik inşası karşısında AK Parti iktidarı belli bir süre söylemsel bir yalpalama yaşadı. Muhaliflerin ortaya koyduğu gerçekliğin karşısına sınırları net bir şekilde tanımlanmış alternatif bir gerçeklik koyma konusunda yeterince başarılı olamadı. Sürekli bir şekilde savunmada kaldı. Bu dönemde artışa geçen ve devamında tırmanarak devam eden terör saldırıları ve ekonomik abluka da iktidarın elini zayıflatıyordu. İktidarın ülkeyi yönetme konusunda zaaf yaşadığı algısı oluşmaktaydı. Bu süreç AK Parti’nin 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri’nde tek başına iktidar olma şansını kaybetmesi noktasına kadar sürdü. Bu durum, AK Parti’nin “hakim parti” konumunun ve uzun bir dönemdir alternatifsiz iktidarının adeta dibe vurması anlamına geliyordu. Bunda AK Parti’nin iktidara geldiği 2000’li yıllardaki muhafazakar-demokrasi söylem ve siyasetinin krize girmesi ve doğal genişleme sınırlarına ulaşmasının etkisi göz ardı edilemez. Her ne kadar yerel bir tınısı olsa da 2000’li yıllara damgasını vuran muhafazakar-demokrasi, küresel düzeyde Batı ile ilişkilerin barışçıl olduğu, bölgesel düzeyde ulus-devletçi dış politika perspektifinin ötesinde bir politika yapımının mümkün olduğu ve ulusal düzeyde ise liberal siyasetle yanyana düşecek şekilde iktidar eleştirisinin ve özgürlükçü-reformist çizginin sürdürüldüğü bir siyaseti öngörüyordu. 2008’deki “one-minute” çıkışı dolayısıyla Batı’yla başlayan sürtüşme ve sertleşme, Türkiye’nin Batı ile eşit ve barışçıl ilişkiler öngören uluslararası siyasetinin sonunun başlangıcı oldu. Batı ile ilişkiler sürekli bir şekilde gerilerek kopma noktasına geldi. Yine, Arap Baharı’nda ortaya çıkan demokratik iradenin çöküşüyle dış politikada yaşanan daralmanın neticesinde, bölgesel reformu merkeze alan dış politikadan PKK’nın Suriye’nin kuzeyinde bir Kürdistan kurmasını engellemeyi merkeze alan dış politika perspektifine gerilemek zorunda kalındı. Ve son olarak, bürokratik vesayeti eleştirerek iktidar alanını boşaltan ve toplumsal farklılıkların önünü açan muhalif-eleştirel bir siyasetten, iktidar alanını yeniden doldurma ve toplumsal farklılıkları bir kimlik etrafında bütünleştiren popüler demokratik siyasete geçiş yaşanması AK Parti üzerindeki toplumsal baskıyı artırdı. AK Parti’ye meşruiyet sağlamak konusunda büyük katkı sunan ve kategorik olarak iktidar eleştirisine sadık Batıcı-liberal aktörler AK Parti’ye sırtını döndü. İktidar olmak ve merkeze yerleşmek toplumsal desteğin kazanılması için daha farklı, somut icraatları kapsayan pozitif bir siyasetin geliştirilmesini zorunlu hale getirdi. Böylece, AK Parti bir yandan yalnızlaşırken diğer yandan da muhalif olmanın konforunu kaybedip, iktidar olmanın yükünü ve sorumluluğunu ilk defa omuzlarında hissetmeye başladı. Ancak zamanla muhalefetin “özgürlükler” siyasetinin şiddete doğru evrilerek meşru siyaset alanını terk etme eğilimine girmesi ve PKK-HDP’nin de 7 Haziran Genel Seçimleri sonrasında bu şiddet sürecine katılması siyasi tabloyu radikal bir biçimde değiştirdi. En nihayetinde sokak eylemleriyle desteklenen özgürlük siyaseti ve şiddet arasında salınım gösteren muhalefetin eylemleri, 15 Temmuz gibi bir darbe için ortam sağlamaktan ve çanak tutmaktan öte bir işlev görmemiş oldu. Şiddet eylemlerini körükleyen ve demokratik siyasetin alanının daralması için çalışan FETÖ, muhalefetin olağanüstü durum yaratma eğilimini kendisine zemin alarak 15 Temmuz’da kanlı darbe girişiminde bulundu.
BİR KARŞI HAMLE
AK Parti 1 Kasım 2015 Genel Seçimleri’nde yakaladığı ivmeyle, yerli ve milli siyaset üzerinden kritik bir reaksiyon gösterdi. Terörle mücadele ve muhalefetin FETÖ ile artan ilişkileri bu siyasetin toplumda köklenmesi ve alanını genişletmesine büyük katkı sundu. 15 Temmuz’la birlikte yerli ve milli siyaset ülkenin yeni “normal”i haline geldi. Muhalefetin “özgürlük” siyaseti karşısında uzunca bir süre savunmada kalan AK Parti merkeze yerleşirken, muhalefet savunma konumuna gerilemek zorunda kaldı. Kılıçdaroğlu’nun geçtiğimiz ay başlattığı “adalet” yürüyüşü muhalefette oluşan bu gerilemeyi durdurma ve yerli ve milli normali yerinden etmeye yönelik karşı bir hamleydi. Batıcı bir dil üzerinden işleyen ve etkisini yitirmiş “özgürlükler” siyasetinin yerine, iktidarın yerli ve milli siyasetiyle başa çıkabilecek ölçüde yerli bir siyaset olan “adalet” siyaseti benimsendi. Lakin Kılıçdaroğlu’nun Maltepe mitinginde yaptığı konuşma, yerli bir siyaset olarak adalet siyasetinin içerisini doldurma konusunda büyük hayal kırıklığı yarattı. Konuşma yerlilik açısından adalet başlığının altını dolduramayan, halen Batıcı özgürlükler siyasetinin kodlarıyla donatılmış bir içeriğe sahipti. Yürüyüş ve konuşma soyut bir adalet çağrısının ötesine geçemedi. Adaletin içeriğinin ne şekilde doldurulacağı, yani adaletten ne anlaşıldığı ve nasıl sağlanacağı konusu cevap bulamadı. Teknik bir dille söyleyecek olursak, adalet bir boş gösteren işlevi gördü. Buna göre, adalet toplumda eksik olan şey demekti ve CHP bu boşluğu doldurarak iktidar olmak istediğini dile getiriyordu.
Ancak bu boşluğun, yani adalet eksikliği tespit edildikten sonra bu eksikliğin nasıl giderileceği çok daha büyük bir önem arz etmektedir. Keza bu boşluğu göstermekten ziyade, bu boşluğu belli bir içerikle doldurabilmek iktidarın yolunu açacak bir işleve sahiptir. CHP’nin adalet eksikliğini göstermesi, ancak bunu doldurma konusunda adım atmaması, söyleminin halen yerellik ve millilikten uzak olduğunu açık etmektedir. Bu durum, CHP’nin somut bir adım attığında millete ne denli yabancı olduğunun aşikar olmasından çekinmesinin bir neticesi olacağı gibi, siyasi söylem konusunda zihnini henüz netleştirmemiş olması dolayısıyla da –ki bunun sağ söylem mi yoksa sol söylem zemininde mi yapılması gerektiği muhalif çevrelerde hararetle tartışılmaktadır– ortaya çıkmaktadır.
SİYASETTE YAPISAL KIRILMA
Her ne kadar henüz başlangıç noktasında bulunuyor olsak da, yerlilik ve milliğin artık hem iktidar hem de muhalefet için ortak zemin haline geldiğini teslim etmek gerekir. AK Parti-MHP bloğu, CHP ile diğer muhalifleri bu çizgiye gelmeye zorlama noktasında kurduğu baskıda başarılı oldu. 15 Temmuz olayının ve daha da spesifik olarak yerli ve yabancı muhalif aktörlerin beklemediği ölçüde milletin göstermiş olduğu direncin ülkede bu ortak zeminin oluşmasını sağlayan yegane faktör olduğu aşikardır. Kısaca belirtmek gerekirse, 15 Temmuz ülke tarihinde yerlilik ve milliğin sosyo-politik hayatın, daha da açık bir ifadeyle devletin meşruiyet zemini haline gelmesinin milat noktasını oluşturmuştur.
Bu durum, Türk siyasi tarihinde radikal bir yapısal kırılmayı temsil etmektedir. 1908’den itibaren birçok formuyla –liberalizm, sol, Kemalizm gibi– Batıcı siyaset devletin meşruiyet zeminini oluşturmaktaydı. Bu durum, ülkede partiler üstü bir nitelik taşıyan, tüm kültürel kodlarıyla sınıfsal bir özellik taşıyan iktidar mücadelesinin nirengi noktası durumundaydı. Tüm siyasi partiler ve aktörler adeta bir çıpa noktası durumundaki bu Batıcı ideolojiye göre pozisyon almaktaydı. 15 Temmuz’la birlikte Batıcı siyaset bu konumunu kaybederken, yeni çıpa noktası yerli ve milli siyaset olmuştur. Yerli ve milli siyasetin siyasi hayatın merkezine oturmasında 16 Nisan halk oylamasıyla gerçekleşen hükümet sistemi değişiminin etkisini de göz ardı etmemek gerekir. Defalarca bu sayfalarda dile getirdiğimiz gibi, cumhurbaşkanlığı sistemi toplumun merkezine seslenmeden iktidar olma yolunu tamamıyla kapamıştır. Topluma yabancı ve dar ideolojik siyasetin yerini yerli ve milli siyasette somutlaşan demokratik bir siyaset almıştır. Bundan sonraki süreçte toplumu daha yerli ve milli olduğuna ikna eden siyasi aktör iktidar koltuğunda oturacaktır. Bu yeni siyasi norm toplum tarafından tamamıyla satın alınmış durumdadır.
Bu yeni yapısal durumunun değişmesi iki şartla gerçekleşebilir. Bunlardan ilki, bu siyasetin taşıyıcısı konumundaki AK Parti-MHP bloğunun toplumla bağını zayıflatması ve koparmasıdır. Bu kopuş, dava siyasetinin yerini çıkar siyasetinin alması, bu bloğun elitleşerek toplumla ideolojik ve çıkar ortaklığını kaybetmesinin sonucunda ortaya çıkabilir. Diğer şart ise, ülkenin dışarıdan bir müdahaleyle siyasi bir mühendisliğe maruz kalması sonucunda gerçekleşebilir. Ortadoğu’da devreye sokulan devletleri parçalama ve toplumu çölleştirme siyaseti Türkiye üzerinde de denenmektedir ve denenmeye devam edecektir. Muhalefete yönelik iktidarın uyarıları tam da bu noktada gerçekleşmektedir. Batıcı muhalefet ülkeyi dış müdahaleye açık hale getirerek, yerli ve milli siyaseti ortadan kaldırmanın yollarını halen aramakta ve büyük bir kumar oynamaktadır.
Hem iktidar kanadına hem de muhalefet kanadına önemli görevler düşmektedir. İktidar kanadı toplumla bağını koparacak elitleşmeye izin vermemelidir. Muhalefet kanadı ise kendi cephesinde dış müdahaleye göz kırpan siyasi marjinalleşmenin önüne geçmelidir. CHP içindeki ve hinterlandındaki sorumluluk sahibi aktörler partinin yerli ve milli merkezden kopmaması için elini taşın altına sokmalıdır. Ülkenin tam anlamıyla bağımsızlığını kazanması ve demokratikleşmesi için hem iktidar hem de muhalefet kanadındaki yerli ve milli aktörlere büyük görev düşmektedir.
[Star Açık Görüş, 16 Temmuz 2017].