SETA > Yorum |
Dokunulmazlığın Siyaseti

Dokunulmazlığın Siyaseti

Ülke siyasetinde siyaset kurumunun maruz kaldığı baskılar göz önüne alındığında, milletvekilliği dokunulmazlığının nihai kertede demokratik siyaseti korumaya yönelik iyi niyetli bir uygulama olduğu gözükmemektedir.

PKK'nın 15 Temmuz 2015'de "devrimci halk ayaklanması" ilanıyla başlayan süreçte bazı HDP milletvekilleri terör örgütünün bu çağrısına açıktan destek vererek demokratik siyasetin sınırlarını zorlayan eylemlerde bulundular. Bu süreçte özellikle Doğu'da yaşanan çatışmalarda verilen şehitler ve metropollerde yaşanan canlı bomba eylemleriyle şiddetin tırmanması ve ülke geneline yayılması kamuoyunda büyük tepkilere neden oldu. Kamuoyunda oluşan bu enerji, siyaset kurumunu harekete geçirerek milletvekilliği dokunulmazlığı konusunu gündeme taşıdı. Bu noktada siyasi partiler kendi stratejik hesapları ile kamuoyunun beklentileri arasında bir denge kurarak çeşitli önerilerde bulundular. Böylece dokunulmazlık meselesi teknik-hukuki bir olgu olmaktan çıkarak ülkedeki mevcut iktidar mücadelesindeki fay hatlarına tekabül edecek şekilde siyasi bir boyut kazandı.

YASAMA SORUMSUZLUĞU VE DOKUNULMAZLIĞI
Ülke gündemine düşen hemen hemen her konunun siyasileştiği bu aşırı siyasi ortamda milletvekili dokunulmazlığının mevcut siyasi-toplumsal ayrışmayı tetiklememesi düşünülemezdi. Yine de haksızlık etmemek lazım, siyasi partiler dokunulmazlık konusunun nasıl anlamlandırılması gerektiği ve dolayısıyla hangi spesifik adımların atılması noktasında ayrışsalar da, belli noktalarda bir uzlaşı içerisinde olduklarını görmekteyiz. Daha açık bir ifadeyle, demokratik siyaset açısında elzem "kürsü dokunulmazlığı" hususunda partiler belli ölçüde bir uzlaşma sergilemekteler. Peki nedir kürsü dokunulmazlığı?

Bunu açıklığa kavuşturmak için "yasama sorumsuzluğu" ile "yasama dokunulmazlığı" arasındaki farkı açığa kavuşturmak gerekiyor. 1982 Anayasası'nın 83. Maddesi'ne göre milletvekilleri "Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden" ve "Meclisce başka bir karara alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan" dolayı sorumlu tutulamazlar. Burada açıkça milletvekillerinin Meclis çatısı altında bir kürsü dokunulmazlığına sahip oldukları belirtilmektedir. Yine, aynı maddede milletvekillerinin başka bir dokunulmazlık alanından bahsedilmektedir: "Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili, Meclisin kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz." Özetle, yasama sorumsuzluğu milletvekillerine düşüncelerini özgürce ifade etme fırsatı sunarken, yasama dokunulmazlığı ise olası bir siyasi cadı avına karşı milletvekillerini, daha doğrusu yasama organını koruma altına almayı amaçlamaktadır.

KAMUOYUNDA NEGATİF ALGI
Gerçekten de, ülke siyasetinde siyaset kurumunun maruz kaldığı baskılar ve zaman zaman bel altı bir mücadeleye dönüşen siyasi çekişmeler göz önüne alındığında, milletvekilliği dokunulmazlığının en nihai kertede demokratik siyaseti korumaya yönelik iyi niyetli bir uygulama olduğu gözükmemektedir. Burada sorulması gereken, böyle bir durum söz konusuyken neden dokunulmazlıklar meselesinin kamuoyunda negatif bir algıya sahip olduğudur. Bunun temel sebebi, kamuoyuna yansıyan bazı vakalarda Meclis'in gerekli adımları atmayarak dokunulmazlık uygulamasının yasamayı koruma amacını aşıp milletvekillerine haksız bir koruma sunması ve eşit vatandaşlık ilkesini ihlal etmesidir. Bu algı milletvekili dokunulmazlığı konusunda makul tüm gerekçeleri gölgeleyerek siyaset kurumuna olan inancı sarsmaktadır.

Daha da ötesi bu durumun yalnızca Türkiye'ye has bir durummuş gibi bir algı üretmesi de söz konusudur. Gerçekten de dünyadaki diğer örneklere baktığımızda milletvekili dokunulmazlığının sınırlarının görece çok daha dar bir şekilde çizildiğini görmekteyiz. Amerika, İngiltere ve Kanada gibi Anglo-Sakson ülkelerinde Türkiye'dekine benzer bir yasama dokunulmazlığı uygulaması bulunmamaktadır. Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya gibi Kıta Avrupası ülkerinde ise milletvekili dokunulmazlığının sınırları Türkiye ile karşılaştırıldığında çok daha dar bir şekilde çizilmiştir. Elbette oturmuş demokrasilerle bu farklılılaşma belli ölçüde uluslararası hukuki standartların altında kalındığını açık etse de, meselesinin siyasi boyutu, yani siyasi şartlar açısından farklı şartlara sahip olma durumu da göz ardı edilmeyecek kadar önem arz etmektedir.

DOKUNULMAZLIĞIN SİYASİLEŞMESİ
Ülkeye has siyasi şartların dokunulmazlık meselesini nasıl etkilediğine biraz yakından bakalım. Son dönemde bazı HDP'li ve CHP'li milletvekillerinin toplumun sinir uçlarına dokunan eylemleriyle birleşen kamuoyunun genel negatif algısı, partileri dokunulmazlık konusunda somut tutum almaya ve el üstünlüğünü sağlamak için karşılıklı hamleler atmaya zorladı. Terörle mücadele sürecinde milliyetçi söylemin sahipliğini kaybeden ve AK Parti ile arasındaki sınırların kaybolmasıyla olası bir seçimde baraj altı kalma korkusu yaşayan MHP, bu konuda en sert ve radikal tutumu sergileyen parti oldu. Çözüm sürecinin olumsuz sonuçlarını gündeme getirerek eski Türkiye ayarlarına dönmeyi amaçlayan bu tutum, dokunulmazlıkların kaldırılmasının HDP milletvekilleriyle sınırlı olması ve daha da önemlisi parti kapatmanın yeniden uygulamaya geçirilmesini kapsamaktadır.

CHP ise bir süredir takip ettiği ülkede yaşanan dönüşümü bu dönüşüme adapte olarak durdurma stratejisine uygun bir tutum sergiledi. Bu tutum, spesifik olarak, dönüşümün motoru durumundaki siyaset kurumunu zayıflatma ve ülkeyi istikrarsızlaştırmayı mümkün kılacak şekilde dokunulmazlıkların toptan kaldırılması teklifiyle somutluk kazandı. "Ortak iyi" üzerinde toplumsal uzlaşının iktidar mücadelesini kolektif bir olgu olmaktan çıkarak kişisel bir kariyer mücadelesine dönüştürdüğü herhangi bir İskandinav ülkesinde böylesi bir teklif demokratik siyaseti güçlendirmeye dönük ilerici bir adım olarak addedilebilirdi. Ancak ne yazık ki CHP'nin önerisi, Türkiye siyasi gerçekleri göz önüne alındığında görünürdeki amacının tam tersini hedeflemektedir. CHP'nin yargıda halen önemli bir güce sahip paralel yapıyla olan mevcut işbirliği de hesaba katıldığında, gerekli gereksiz açılacak davalarla siyaset kurumunun yıpranması ve demokratik siyasetin alanının daraltılması beklentisi içerisinde olduğu anlaşılmaktadır.

HDP 1 Kasım seçimleri öncesinde Meclis'teki koltuk sayısı 80 iken ve "devrimci halk ayaklanması"na yeni start verilmişken Meclise sunduğu dilekçede kendi dokunulmazlıklarının kaldırılmasını istiyordu. Burada açıkça ayaklanmanın ateşini yükseltecek mağduriyetler yaratma ve böylece Kürt sosyolojisinin ülkeden psikolojik kopuşunu sağlamak istendiği görülmektedir. Nitekim ayaklanmaya halk desteğinin bir türlü gelmemesi ve silahlı kanadının güvenlik güçleri karşısındaki ağır mağlubiyetiyle, bulunduğumuz noktada HDP'li milletvekilleri yeni sundukları dilekçede tam tersi bir çizgiye savrulmuş durumdalar. Dilekçe her ne kadar anayasa değişikliğine yönelik olarak lanse edilse de Anayasa'nın 83. Maddesi'ndeki şartları tekrarlamanın ötesinde bir şey yapmamaktadır. Yeni olarak görülecek tek şey, milletvekillerine görev sürelerinin sonunda açılacak davaların alt mahkemelerin devre dışı bırakılarak Yargıtay'da görülmesinin istenmesidir. Yargıya yönelik bu seçmece bakış açısının motivasyonunun ne denli hukuki veya siyasi olduğu ise tartışmaya açıktır.

AK PARTİ'NİN KARŞI HAMLESİ
Muhalefetin bu hamleleri karşısında AK Parti ise Meclis'e ulaşmış tüm dosyaların –ki bunun sayısının 522 olduğu söylenmektedir– geçici bir anayasa maddesiyle yargıya intikal ettirilmesini önerdi. Böylece, yasama dokunulmazlığının ilkesel olarak korunmasını ancak birikmiş tüm mevcut dokunulmazlık davalarına izin verilmesini öngörmüş oldu. MHP'nin teklifi hesaba katıldığında bu teklif, çözüm sürecini ve demokratik reformları sahiplenerek eski Türkiye'ye dönüş olmadığını ima etti. CHP'nin teklifi karşısında ise, siyaset kurumunu yargının olası müdahelesinden koruyarak sahiplenme ve mevcut siyasi kirliliği temizleme iradesi göstererek de özgürlükçü-demokratik siyasetin öncülüğünü elden bırakmama mesajını verdi. HDP'nin zikzakları karşısında ise parti kapatma ya da belli milletvekillerini hedefe koyarak Kürt meselesinin şiddet zeminine çekilmesine izin vermeyen ve sorunun demokratik siyaset çerçevesinde çözümüne sahip çıkan bir adım atmış oldu.

Sonuç olarak, tüm bu noktalar hesaba katıldığında AK Parti'nin –belli riskleri de göze alarak– yeni anayasa yapım süreci gibi kritik bir dönemeçte ustaca bir siyasi hamle yaptığını teslim etmek durumundayız. Hiç şüphesiz bu meselede özgürlükçü-reformist çizgiden atılacak geri bir adım ve aynı şekilde kamuoyunda oluşan yerli-milliyetçi hassasiyetleri hiçe sayan bir yaklaşım yeni anayasa çalışmalarını sekteye uğratabilirdi. AK Parti'nin önümüzdeki süreçte bu iki çekim kuvveti arasında kuracağı hassas denge siyasi kaderini tayin edecek gibi gözükmektedir.

[Yenişafak Düşünce Günlüğü, 1 Nisan 2016].