6-8 Ekim olaylarının ardından çözüm süreciyle ilgili tüm taraflar hafıza tazeledi. Aktörler, fonksiyonel aktörler, söylemler, muhatap kitlelerin iknasındaki kriz alanları ve çözüm sürecinin hangi durumlarda başarıya ulaşabileceği yeniden gözden geçirildi. Bu anlamda taraflarda, krizin çok büyük maliyeti de göz önüne alındığında, bundan sonraki süreç için tekrar benzerlerinin yaşanmaması için daha dikkatli olunması gerektiği yönünde en azından bir ihtiyat hali oluştu. Bu anlamda, bu yazı yazıldığı sırada Diyarbakır merkezli sivil toplum kuruluşları ile yapılan görüşmelerde de öncelikle vurgulanan hususlar bu minval üzerineydi.
Ancak çözüm sürecinin bundan sonra büyük krizler ve meydan okumalarla karşılaşmadan ilerleyebilmesi için aktörlerin ve fonksiyonel aktörlerin yeniden çözüm sürecinin başladığı ilk dönemdeki tartışmaları tekrar hatırlamaları ve gelinen süreçte her iki taraf için kazanımların ne olduğunun daha çok dile getirilmesi hayati derecede önemlidir. Böyle bir muhasebe yapıldığında tarafların çözüm sürecinin başarısı için ortaya koydukları çaba daha net ortaya çıkmış olur. Çünkü sorunun karmaşıklığının, tartışmalı yönünün ve bölgeselliğinin yanında uluslararası boyutunun da bu dönemde gittikçe artması, krizi derinleştiren ve tarafların hareket kabiliyetlerini kısıtlayan bir potansiyel üretebilmektedir.
Çatışmanın hangi aşamada olduğu, ne tür sorunlar barındırdığı, tarafların bugüne kadar tutumlarının ne tür aşamalardan geçtiği ve bundan sonraki süreçte nasıl bir tutum takınılması gerektiğine yönelik; bölgedeki sivil toplum kuruluşlarının kanaat önderleri ile konuşulduğunda öne çıkan unsurlar, çözüm sürecinin başladığı dönemin koşullarını hatırlamamız gerektiğini daha anlamlı kılmaktadır. Çünkü, 6-8 Ekim olaylarının ardından çözüm süreci ve "yeni yol haritası" ile ilgili benzer söylemler karşımıza çıkmaktadır.
Bu anlamda dile getirilen önemli bir husus, çözüm sürecinin en başından itibaren çokça üzerinde durulan "dil" ve "söylem" meselesidir. Çünkü her iki tarafın kriz alanlarında kullandığı dil, kastedilenin ötesinde ve sorunlardan daha çok alımlayıcı kitle üzerinde etki oluşturabilmektedir. Sözün söylendiği bağlamı tam takip etmeyen kitle için, söylemin çerçevesinden koparılarak yeniden üretilme riski hep ihtimal dahilindedir. Dolayısıyla, aktörlerin dil meselesini önemsemesi gerektiğine yönelik yoğun bir beklenti bulunmaktadır. Ayrıca siyasetin normal seyrinde makul sayılabilecek bir ifadenin, aşırı politikleşmiş konularda toplumsal mobilizasyona yönelik kullanılabileceği sıkça dile getirilmektedir.
"Çözüm sürecini izleme komisyonu" ya da "üçüncü göz"ün gerekliliğinin, gelinen süreçte daha iyi anlaşıldığı dile getirilen bir diğer husustur. Görüşme ve müzakere çıktılarının baştan bilgisine vakıf olduğu için süreci bozan, kriz çıkaran ve krizin başındaki makul şartları sonradan kendi "pozisyonel konumu"na göre yeniden maksimize eden tarafı, ifşa etmek ve açığa düşürmek bu "üçüncü göz" vasıtasıyla gerçekleşebilecektir. Bu anlamda, tarafların mutabakat sağladığı ya da belirli bir süre "üçüncü göz" dışında kamuoyuna açıklanmayan ancak uygulama aşamasında mutabakata uymayan ve barışa ayak sürüyen tarafın üçüncü göz tarafından açıklanacak olması süreci daha sağlıklı kılabileceğine inanılmaktadır. Bu anlamda Kürt siyasal hareketinin, kaçış pozisyonu üretmek için, sorunun çözümünde sürekli yeni ve maksimalist talepleri gündeme getirmesi ve her krizi hükümete yüklemesinin imkanı azalacaktır.
6-8 Ekim olaylarının ardından, bölge insanının güvensizlik halinin gittikçe arttığı dikkat çeken bir meseledir. Çünkü özgürleşmeden çokça bahsedilen bir siyasal coğrafyada, insanların yapmak istediği şeyleri seçmesini engelleyen, fiziksel ve insanı kısıtlamaları kaldırmak yerine, sürekli "tehdit halinin" devamlılığını sağlayan örgütsel tehdit, özellikle orta sınıf başta olmak üzere bazı toplumsal kesimlerin yeni bir yaşam alanı arayışını gündeme getirmiştir.
"Milli bir proje" haline getirilen ve tarafların da bu konuda mutabık olduğu çözüm sürecinin, bölgeselleşen yönü üzerinden uluslararasılaşmasıyla birlikte, yeni dinamiklerin meselenin hallini erteleyebileceği önemli bir endişe olarak dile getirilmektedir. Çokça altı çizilmese de, Kandil'in uluslararası etkiye daha açık olması ve Kürt jeopolitiğinin şekillenmesinde "bölgesel denklemde ortaya çıkacak yeni pozisyon vaadi" süreci etkileyebilecek önemli risk potansiyelini barındırmaktadır.
[Sabah Perspektif, 15 Kasım 2014]