Bugün gerçekleşecek olan Almanya seçimi sürecinde yürütülen kampanyaların ana gündem maddesi olan Türkiye ve göçmenler meselesi, seçimden sonra da özellikle hem Türkiye politikası ve iç güvenlik kavramları etrafında tartışılmaya devam edeceğe benziyor. Nitekim Washington Post gazetesinde yayımlanan bir makaleye göre, göçmen unsurların Alman siyasetinde giderek zorlayıcı bir güç haline gelmeleri öngörülüyor. Tüm seçmenler içerisinde yaklaşık yüzde 10’luk bir kesimin bizzat göçmen yahut göçmen bir aileye mensup olduğu ve Almanya’daki demografik gelişim göz önünde bulunduğunda, bunun göz ardı edilmemesi gereken bir öngörü olduğu anlaşılacaktır. En büyük göçmen çoğunluk olan Türklerin hangi partiye oy verecekleri tartışmaları bir yana, özellikle Rus kökenli Almanların ırkçı parti AfD’ye oy veren taban içerisinde büyük bir yer tutması da göçmenlerin Alman siyasetindeki rolü noktasında yeni bir tartışmaya yol açmaktadır.
Bu çerçevede, göçmenler içerisinde en büyük grubu oluşturan Türklere yönelik olarak, siyasi partilerin özellikle Türk aday göstermek ve Türkçe seçim kampanaları sürdürmek suretiyle seçmeni etkilemeye çalışmaları dikkat çekmektedir. Ancak bu kampanyalarda da tıpkı uyum politikalarında olduğu gibi temelde bir yanılgıdan hareket ettikleri görülmektedir. Bu temel yanılgı, Türk ve Müslüman göçmenlerin ne oldukları gerçeğinin anlaşılamaması ve Alman kamuoyunun zihnindeki gerçeklikten uzak bir algı oluşturulmasıdır. Çifte vatandaşlık ve Leitkultur (Öncü-hakim kültür) tartışmalarını her seferinde gündeme getirerek Türklere üstenci ve buyurgan bir tutumla yaklaşan Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi CDU’nun, Türkçe olarak hazırlattığı seçim afişlerinde çocuk başına verilecek ek ödemenin artırılması vaadiyle seçmenden oy kazanacağını düşünmesi de Alman zihnindeki Türk algısına dair ciddi ipuçları vermektedir.
Afişlerde bu türden indirgemeci ve rüşvet kabilinden ucuz söylemler kullanan partinin, aslında Türk göçmen toplumunun kültürel ve dini kimliğiyle kabul görmek ihtiyacını ve bu talebini iyi anlayamadığı görülmektedir. Nitekim seçimlerden birincilikle çıkmasına kesin gözüyle bakılan bu partinin, seçim programında sadece uyum sağlamaya hazır ve “barışçıl” göçmen unsurların Almanya’da yaşamaya hakları olduğunu vurgulaması ve özellikle Türk göçmenlere ait DİTİB ve benzeri kuruluşların, Türk devletiyle bağı bulundukları gerekçesiyle kapatılmasını savunması da bu gerçeği desteklemektedir. Almanya bu tutumuyla kendisine yine kendi çizdiği kurgusal çerçevede yeni dostlar ve düşmanlar yaratmaktadır. Ne var ki, toplumsal mühendislik ürünü bu zihni kurguların ve bu temelde geliştirilecek siyasetin realiteyle bir ilgisi yoktur.
Türk ve muhafazakâr çoğunluğa dayatılmaya çalışılan ve bu kesimler nezdinde karşılığı bulunmayan siyasi, dini ve sosyal oluşumların uzun vadede bir geleceğinin olamayacağı aşikârdır. Almanya, medyası siyaseti ve akademisiyle radikal örgütlere en az kaymanın yaşandığı Türk göçmenleri, zihni kurgularla sorunsallaştırırken, Alman hükümetinin ciddi silah satışında bulunduğu Suudi Arabistan’ın radikalleşmenin ve terörün ciddi bir tehlike haline gelmeye başladığı Almanya’da ardı ardına selefi ideolojiyi yayan camiler açmaya devam ettiği unutulmamalıdır.
AfD YÜZDE 12’LERE DAYANDI
Hiçbir ciddi ekonomik yahut sosyal proje üretemeyen ve sadece İslam düşmanlığı üzerinden bir seçim kampanyası yürüten ırkçı AfD’nin oy oranı, son kamuoyu yoklamalarında yüzde 12’lere dayanmış durumdadır. Almanya, seçim programında vatandaşlık kavramını tıpkı Nazi dönemimde olduğu gibi, ırk ve etnik köken üzerinden yeniden tanımlayan ve hiç çekinmeden Türk kökenli göçmenleri daha Almanya’ya gelmeden Anadolu’da “imha etmek” gerektiğinden bahseden bu siyasi oluşumun, nasıl olup da Alman toplumunda yüzde 10’u aşan bir destek bulabildiğini doğru okumak durumundadır.
Türk ve Müslüman göçmenlerle Alman toplumu arasında kültürel bir doku uyuşmazlığı olduğunu ve göçmenlerin Alman kültürüne eklemlenerek asimile olmaları gerektiğini savunan Alman kamuoyunda etkin siyasi ve medyatik aktörlerle, “Terör ve şiddet, İslam’ın köklerinde var ve bunlar liberal değerler sistemimize uyuşmuyor” diyen AfD arasındaki fark, maalesef bir retorik ve üslup farkı olmaktan öteye geçmemektedir. Nitekim daha birkaç gün önce yayımlanan Avrupa Birliği Temel Haklar Ajansı’nın yaptırmış olduğu bir araştırma, Almanya’da en çok Müslüman göçmenlerin ayrımcılığa uğradığını ortaya koyuyor. Daha önce yapılan ayrımcılık araştırmalarında da Müslüman ve özellikle Türk ismi taşıyan iş başvurularının daha çok reddedildikleri ortaya çıkarmıştı. Yine Der Spiegel ve Bayern Radyosunca ortaklaşa yürütülen bir araştırma Almanların çoğunluğunun, Türk ve Müslüman komşu istemediklerini ortaya koymuştu. Alman toplumundaki hakim tutum, göçmenlerin, Alman toplumuna aitlik duygularını zedelemekte ve ne kadar iyi Almanca bilseler, iyi bir eğitim alsalar veya iş sahibi olsalar da kültürel ve dini kimlikleri dolayısıylaasla toplumsal kabul görmeyecekleri inancına sahip olmalarına yol açmaktadır.
Tam da bu noktada, Erdoğan’ın Alman toplumunun göçmenlere yönelik ötekileştirici ve kibirli tutumuna dikkat çeken ve Almanya’ya tarihini hatırlatan sözlerinin bir durum tespiti olduğunu ve esasında “meselenin adını” koyduğunu belirtmek gerekir. Sorunun adının koyulması, çözümü noktasında da daha sağlıklı adımlar atılmasını sağlayabilir. Özellikle göçmenlerin çoğunluğunu oluşturan ve kültürel kimliği güçlü ve asimile olmaya dirençli Türk toplumunun, Alman toplumuna intibak konusunda yaşadığı sorunlarda Erdoğan’ın yönlendirmelerinin etkili olduğu varsayımı, Alman kamuoyunun meselenin özünü kavrayamadığını göstermektedir. Seçimlerde büyük partilerde, özellikle de sol tandanslı siyasi oluşumlarda beklenen göçmen oyu kaybını, sadece Erdoğan’ın “oy vermeyin” çağrısıyla izaha girişmek gerçeği yansıtmamaktadır. Esasında Erdoğan, Türk göçmenlerin bu partilere olan teveccühlerinde bir sorgulamaya neden olmaktan ziyade, bu insanların Alman siyasi partilerindeki temsil sorununa, siyasi ve toplumsal olarak yaşadıkları hayal kırıklığına ve bu durumun siyasi bir bedeli olacağı gerçeğine dikkat çekmiştir.
GÖÇMENLERİ CİDDİYE ALIN
Türk ve diğer Müslüman göçmenler, Almanya’da bir yabancı uzuv muamelesi görmektedir. Göçmen toplumunun Almanya’ya uyumu için gerekli düzenlemeleri ve çalışmaları yapmakta geç kalan Alman devleti, bu unsurların topluma entegreleri noktasında, ancak gerçekçi ve rasyonel bir okuma yaparak başarılı politikalar oluşturabilir. Tarafların eşit göz hizasında konuşabildiği, farklı kültürel-dini kimlikleri kabul ve bunlara saygı esasına dayalı bir göçmen siyaseti geliştirilmediği müddetçe, göçmen gruplar kendilerini asla Alman toplumuna ait hissetmeyecektir. Alman kamuoyunun, toplumsal uyum meselesinde, ideolojik değil psikolojik tutumların ön plana geçtiğini anlaması gerekmektedir. Ev sahibi ülkenin, üstenci ve hegemonik bakışı değişmeden, bu insanlardaki dışlanmışlık psikolojisi ve buna bağlı olarak gelişen paralel toplumlarda yaşama eğilimi değişmeyecektir. Asimilasyon politikaları ise ters teperek işi daha da içinden çıkılmaz bir hale sokacaktır.
Alman siyasiler, ülkelerinde mukim Türk göçmenleri ciddiye almalı, sadece döner stantları önünde sevimli pozlar vermek ve Türk göçmenlerin çoğunluğu nezdinde hiçbir siyasi temsil kabiliyeti bulunmayan Türk kökenli kişileri aday göstererek seçmenden oy alabilecekleri yanılgısından vazgeçmelidir. Türk göçmenlerin seçimlerde hangi partilere oy vermeyeceğini, merkez partilerin süslü ideolojik söylemleri değil, günlük hayatlarına hâkim olan sosyal gerçekliğin ürettiği psikoloji belirleyecektir. Tarihinde yaşadığı meşum olaydan ders almasını beklediğimiz Almanya, bu olayları kültürel ve psikolojik hafızasında silmek konusunda anlaşılır şekilde ciddi bir çaba göstermektedir. Nitekim geçtiğimiz hafta, Antisemitizm kavramını hükümet kararıyla kapsamı genişletilerek yeniden düzenlenmiştir. Tarihte yaklaşık 6 milyona yakın “ötekinin” imha edilmesiyle sonuçlanan ırkçı, yadsıyıcı, buyurgan ve ötekileştirici bu zihni tutumla mücadelede, sadece Yahudileri göz önünde bulunduran düzenlemeler yeterli değildir. Farklı kültürel ve dini kimliğe sahip göçmenlere karşı takınılacak tavır bu mücadelenin en önemli ayaklarından biridir. Genel olarak Müslüman göçmenler, özelde ise Türkler, Almanya’nın hem duygusal hem de kültürel zihni yapısına bir ayna tutmakta ve Almanya’nın öteki algısının değişip değişmediği noktasında turnusol kağıdı vazifesi görmektedir. Bu aynadan yansıyan görüntüler, bir göç ülkesi olduğunu gecikerek de olsa kabul eden Almanya’nın geleceği hakkında bize fikir verecektir. Tam da bu noktada geçtiğimiz hafta Berlin Antisemitizmle Mücadele Enstitüsü eski direktörü Wolfgang Benz’in “Müslümanların Almanya’nın Yeni Yahudileri” oldukları iddiasını iyi anlamak gerekmektedir.
Göçmen oylarının gelecekte, artan göçmen nüfusuna eşdeğer olarak Alman siyasi hayatında daha belirleyici bir rol oynayacağında şüphe yoktur. Nitekim partilerin farklı yerlerden gösterdikleri Türk kökenli adaylar da siyasetin bu potansiyeli yadsıyamadığının bir göstergesidir. Bugünkü seçimlerde, Almanya’daki toplumsal gerçekliğinin kendisine yüklediği psikoloji ile hareket edecek olan Türk kökenli muhafazakâr seçmenin sandığa gitmemesi ya da küçük partilere oy vermesi beklenmektedir. Hâlbuki Türk seçmen sandığa gitmeli ve oy oranlarına dâhil olarak özellikle kimi seçmediği noktasında Alman siyasetine ciddi bir mesaj vermelidir. Uzun vadede ise, Türk toplumunun büyük çoğunluğunu oluşturan muhafazakâr göçmenlerin siyasette temsil sorununa yönelik somut adımlar atılması gerekmektedir. Alman siyasi mekanizmalarına dâhil edilmeyen ve Türk kökenli milletvekillerince bile hassasiyetlerinin temsil edilmediğine inanan muhafazakâr Türklerin, yeni siyasi arayışlara girmeleri şaşırtıcı olmayacaktır. Kültürel ve sosyal bir altyapı, profesyonellik, yüksek organize kabiliyeti ve uzun soluklu siyasi adanma gerektiren bu türden siyasi yapılanmaların hayata geçirilmesinde Türk göçmenlere büyük görevler düşmektedir. Bu türden oluşumların, sadece Türk göçmenlere yönelik değil diğer göçmen grupları da kapsayıcı ciddi politika ve stratejiler geliştirmeleri gerekmektedir. Almanya ise muhafazakâr göçmenlerin topluma ve çeşitli kurumsal yapılara dâhil olmalarını engelleyen dışlama ve yabancılaştırma politikasından vazgeçilmelidir. Öğrenilmiş bir çaresizlik psikolojisinin hâkim olduğu bu göçmen gruplar, siyasi ve sosyal katılım konusunda cesaretlendirilmelidir. Bunun öncelikli şartı ise bu gruplara, kültürel-dini kimlikleriyle kabul gördüklerinin hissettirilmesi ve sosyal-siyasi kanallar oluşturmalarının önündeki en büyük engel olan gündelik hayatlarında karşılaştıkları kurumsal ırkçılığın ortadan kaldırılmasıdır.
[Star Açık Görüş, 24 Eylül 2017].