31 Mart yerel seçimlerine giderken en fazla merak uyandıran soru şu: Seçimler ülkede önemli bir kırılma ortaya çıkaracak mı? Muhalefet açısından soruyu şu şekilde yeniden formüle edebiliriz: 2000’li yılların başında başlayıp aralıksız süren toplumsal ve siyasi dönüşüm süreci sekteye uğrayacak mı? Eski Türkiye’ye dönmek mümkün olmasa bile Yeni Türkiye’nin inşası engellenebilecek mi? Cumhur İttifakı açısından ise meselenin özünü iç politikada demokratikleşme ve sosyolojik eşitlenme, dış politikada ise otonomlaşma sürecinin devam ettirilip ettirilemeyeceği meselesi oluşturuyor. Özetle, muhalefet herhangi bir alternatif düzen önermeden sadece toplumsal rahatsızlıkları kaşıyarak değişim sürecini bozmaya, iktidar kanadı ise değişim sürecini yaşanan pürüzlere kurban ettirmeden sürdürmeye ve ileri götürmeye odaklanmış durumda. İlk bakışta bu tespite bunun bir genel seçim değil yerel seçim olduğu ve dolayısıyla seçimlerde yerel yönetimlerde partilerin son beş yılda göstermiş oldukları performansın milletçe oylanacağı eleştirisi yapılabilir. 31 Mart seçimlerinin yerel dinamikler ve hizmet boyutları olduğu su götürmez bir gerçek. Ancak ülkede mevcut siyasi-toplumsal şartların yerel ya da genel olarak ayırmadan tüm seçimleri “ülkeyi kim yönetecek” meselesi etrafında şekillendirdiği de bir gerçektir.
Küreselci siyaset
Sadece seçimlerle kalmayıp büyük ya da küçük her gelişmede ülkede milli irade taraftarları ile liberal birey ya da Kemalist bürokrasinin iradesini millet iradesinin yerine koymaya çalışan küreselci bir siyaset etrafında toplanan muhalifler arasında yaşanmakta olan uzun soluklu bir mevzi savaşı bağlamında anlam kazanmaktadır. Bu nedenle sınır-dışına düzenlenecek askeri operasyondan dövizin inip çıkmasına, yeni havaalanının isminin ne olacağından çocuk istismarının ya da hayvanların şiddet görmesinin toplumsal-kültürel nedenlerinin ne olduğuna dair hemen hemen tüm olaylar mütemadiyen siyasileşmektedir.
Aşırı siyasileşme
Bu aşırı siyasileşme durumu, eski yapıların yerinden edilip yerine yenilerinin tesis edildiği büyük ölçekte değişim geçiren ve dolayısıyla ortak toplumsal zemininin zayıfladığı Türk toplumu gibi toplumlar için kaçınılmazdır. Bu yerel toplumsal dinamikler küreselci-yerli çatışmasının şekillendirmeye başladığı uluslararası siyasi ortamla bir araya geldiğinde karşımıza siyasetin ve iktidar mücadelelerinin çok daha belirleyici olduğu bir manzara çıkarmaktadır.
Hizmet değil ideoloji
Seçim dinamiklerine dönüp meseleyi somutlaştıracak olursak, belediye başkanlıkları için partisiz bireyler değil siyasi partilerin belirledikleri adaylar, yani büyük oranda siyasi partiler yarışmaktadır. Siyasi partilerin duruş ve hamleleri de daha üst politik bir çerçevede –milli irade ve karşıtları gibi– konumlanmakta ve siyaseten anlam kazanmaktadır. Tam da bu nedenle siyasi partiler mevcut siyasi bağlamın içinde şekillenen seçmen profiline göre, seçmenlerin ideolojilerine ve siyasi beklentilerine bakarak adaylarını belirlemektedir. Seçmenlerin genel itibariyle kendilerine benzer düşünce dünyasına ve hayat tarzına sahip adayları temsilcileri olarak belirleme eğilimi gösterdikleri bilinmektedir.
Örnek vermek gerekirse, CHP-İYİ Parti işbirliği İstanbul ve Ankara gibi sembolik öneme haiz ve iktidar ilişkilerini daha fazla etkileme potansiyeline sahip illerde Cumhur İttifakı, özellikle de AK Parti seçmeninin değer ve ideolojik tercihlerine hitap eden ya da en azından bunlarla çatışmayan adaylar belirleme yoluna gittiler. Özellikle, CHP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı Ekrem İmamoğlu ilk günden itibaren geleneksel ile moderni aynı potada eriten tipik bir AK Partili profili sunma gayreti içerisinde oldu. Muharrem İnce’nin 24 Haziran seçimlerindeki popülist eğilimlerinin bir devamı niteliğinde kampanyasının başlangıç noktasını hizmet boyutundan ziyade, değer ve ideoloji boyutu oluşturdu.
Her ne kadar bu hamleler parti tabanında ve medyasında CHP’nin bir türlü istenen sonucu vermeyen klasik sağcılaşma taktiğine başvurmakla suçlanmasına ve yer yer ti-ye alınmasına yol açmış olsa da, CHP’nin seçimleri ziyadesiyle ciddiye aldığının bir göstergesiydi. Siyasi kazanç için parti ideolojisi ve ilkelerinin bir kez daha –bunu Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı olduğu Mayıs 2010 yılına kadar götürmek mümkündür– bir kenara bırakılması durumun ciddiyetini ortaya koymaktadır. Yine aynı şekilde, CHP’nin önemli bir oy potansiyeline sahip olduğu merkez sağın kalelerini İYİ Parti’ye bırakmış olmasının da yerel teşkilatları beslemek ve idare etmek açısından kolay bir karar olmadığını belirtmek gerekir.
Aynı durum İYİ Parti için de geçerlidir. 24 Haziran seçimlerinde izlediği yolun tersine, İstanbul ve Ankara gibi şehirlerde aday çıkarmayarak CHP adayını destekleme kararı alması ve kendisini ikinci plana atması İYİ Parti gibi siyasete iddialı bir şekilde giriş yapmış bir parti için kolay bir karar değildir. İYİ Parti’nin ve partinin önde gelen tecrübeli isimlerinin alınacak sonuçlara göre siyasette kalıcı olup olmayacağının sorgulanması durumunun ortaya çıkması söz konusudur.
İktidar kanadı için de durum hiç farklı gözükmemektedir. MHP yönetiminin parti tabanından ve parti içerisinden eleştirileri göze alarak İstanbul ve Ankara başta olmak üzere birçok il ve ilçede aday çıkarmayarak AK Parti adayını destekleme kararı alması kritik bir hamledir. Elbette bunun karşılığında Ankara ve İstanbul’da üçer ilçe belediye için AK Parti’nin desteği alınmış durumdadır ve Anadolu’da bazı şehirlerde benzer bir işbirliğinin ortaya çıkması için görüşmeler devam etmektedir. MHP’nin bu süreçteki konumlanışı Türk siyasetinin küreselci-yerli çatışmasınca belirlenmeye başladığı 2015 yılından itibaren takındığı yerli-milli tavrın bir devamı niteliğindedir. Parti çıkarları ile yerli-milli siyaset bloğunun çıkarları arasında ince bir denge gözettiği ortadadır.
Genel seçim havasında
Bunun karşısında AK Parti’nin çok önemli isimlerini yerel seçimlerde sahaya sürmüş olması ve hâkim parti konumuna rağmen bazı il ve ilçelerde aday çıkarmayarak MHP’ye alan açmış olması 31 Mart seçimlerini ne denli önemsediğini göstermektedir.
Tüm bu göstergeler 31 Mart seçimlerinin genel seçim havasında geçtiğinin ve artarak bu şekilde devam edeceğinin sinyallerini vermektedir. Yerel seçimin genel seçim havasına bürünmesi, CHP-İYİ Parti kanadında seçmen kitlesini siyasi kazanç ile ilkeler arasında bir ikileme sürükleyecektir. Sağcı adaylarla seçim kazanmaya çalışmak CHP seçmenine, özellikle sol ve laik kimlik vurgusu ağır basanlar için oldukça zor gelebilir.
Cumhur İttifakı’nda ise durum farklılık arz etmektedir. MHP seçmeni yerli-milli siyaset ortak paydasından dolayı CHP ya da İYİ Parti seçmeni gibi siyasi çıkarlar ile ilkeler arasında bir tercih yapma ikilemine düşmeyecektir. Aynı şekilde, ittifakın bekası için kendi çıkarlarından da vazgeçmiş olmayacaktır. Çünkü ittifak içerisinde farklı şekillerde maddi ve sembolik boyutlarıyla hakkını almaktır.
AK Parti’ye baktığımızda ise AK Parti seçmenleri adayın ideolojisi ile parti aidiyetleri arasında bir tercih yapma ikileminden ziyade, özellikle bazı yerlerde adayın şahsi özellikleri ve hizmet kalitesiyle kendi parti aidiyetleri arasında bir tercih yapma ikilemiyle karşı karşıya gelecek gibi gözükmektedir. Yerelde teşkilatların kendi iç dengeleri, halkla etkileşimleri ve sundukları hizmet ve yerel seçim sonuçlarının genel siyasetin akışını ne derecede etkileyeceği gibi değişkenlerin toplamı sandığın rengini belirleyecektir.
Tabanla mücadele
Özetle şunu söylersek abartmış olmayız: Partiler birbirleriyle olduğu kadar ve daha çok kendi doğal seçmen tabanlarıyla bir mücadeleye tutuşacak ve seçmenlerini sandığa taşıma ve ikna etme uğraşı vereceklerdir. Bu durum özellikle iktidar konumundaki Cumhur İttifakı için geçerlidir. Ekonomi ve dış politika-güvenlik alanlarında seçmenin AK Parti iktidarının performansının tatmin edici olduğuna ve alternatifinin bulunmadığına ikna edilmesi gerekmektedir. Aynı zamanda, AK Parti’nin çevreden merkeze taşıdığı ve AK Parti’yi var eden sosyolojik kesimlerle bağını koruduğu ve halen ülkede yegâne temsilcisi konumunda olduğunu daha güçlü bir şekilde hissettirmesi gerekmektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın son dönemde kendi parti teşkilatlarına yönelik artan eleştirilerini, seçim kampanyasının “gönül belediyeciliği” söylemi üzerine inşa edilmesini ve bir süredir devam eden yenilenme çabalarını bu kapsamda değerlendirmek gerekir.
Muhalefet ise seçim kazanmak için daha önce iktidara oy atmış olan seçmenin desteğini almak zorundadır. Bunun için CHP-İYİ Parti ittifakının seçmeni 17 yıldır CHP’ye rağmen elde edilen özgürlüklerden geri adım atılmayacağına ve daha iyi bir düzen sunacağına ikna etmesi gerekmektedir. Hiç şüphesiz Ankara ve İstanbul’da muhafazakâr-dindar-milliyetçi adayların öne sürülmesi ve şimdiden işten çıkarılmaların olmayacağına dair verilen sözler seçmenin güvenini kazanmaya yönelik pragmatist adımlardır.
Öte yandan seçmenin mevcut düzeni değiştirme kararı vermesi için ya mevcut düzeninin katlanılmayacak noktaya ulaşmış olması ya da daha iyi ve ikna edici bir alternatifinin seçmene sunulmasıyla mümkün olabilir. İttifakın motoru konumundaki CHP’nin henüz daha önce de kullanılmış “derman belediyeciliği,” “Mart’ın sonu bahar” ve “seni seviyorum” gibi arkaik ve romantik sloganlar ortaya atmanın ötesine geçmiş ve bunların içerisini doldurabilmiş değil. Bundan sonraki süreçte de CHP-İyi Parti bloğunun daha çok iktidarın zaaflarına odaklanacağı ve yer yer gerçekçi olmayan vaatler vererek hareket edeceğini kestirmek zor değil.
CHP’nin inandırıcı olabilmesinin yegâne yolu ülkeye kendi “sol” kimliği içerisinden üretilmiş ve toplumsal kuşatıcılığı yüksek bir düzen önermekten geçmektedir. AK Partili görünümlü adaylarla yola çıkarak baştan kalıcı bir başarı elde etmekten vazgeçmiş gözükmektedir. Sol-laik CHP’nin muhafazakâr-dindar-milliyetçi aday tercihi bir düzen önermekten ziyade, mevcut düzeni yıkmanın ya da sarsmanın dışında bir teklif sunmadığının en açık göstergesidir. Beka sorununun yüksek olduğu mevcut siyasi konjonktürde, siyasi istikrarsızlık ve anarşi yaratma odaklı bir seçim stratejisinin seçmende bir tedirginlik yaratması ve ters tepmesi oldukça muhtemeldir.
[Star, 5 Ocak 2019].