1. Kadına yönelik fiziksel ve psikolojik şiddetin sosyolojik nedenleri nedir?
Şiddeti, bir cinsiyet parantezine alarak analiz etmek soruna bütüncül bakmamızı engelleyecektir. Ancak kabul etmek gerekir ki şiddet, fiziksel üstünlüğü kötüye kullanma durumu olduğu için genelde mağdurlar kadınlar ya da çocuklar olmaktadır. Kadınlara yönelik şiddetin ve istismarın arkasında psikolojik, sosyal, siyasal, kültürel pek çok gerekçe bulunmaktadır. Sadece biriyle mevcut durumu anlamaya çalışmak, bizi sonuca götürmeyecektir. Farklı sosyal olguların birbirleriyle etkileşimini anlamak bu açıdan elzemdir. Aile yapısı ve aile içi ilişkiler öncelikle değerlendirilmelidir. İlk olarak aile içi eğitimde ve yetiştirme modellerinde erkek çocuklarına afakî bir kutsallık atfedilmesi, ahlak ve namus gibi olgulara ise sadece kız çocukları üzerinden kavramsal karşılık aranması; aile yapımızdaki temel sorunlardan biridir. Şüphesiz bu durum sadece Türkiye’ye has değildir ancak dünyanın farklı bölgelerinde bireysel ve sosyal pek çok soruna neden olmaktadır. Erkek çocuklarının yetiştirilmesinde ifade ettiğim afakî kutsallık, erkeklerin ileriki yaşamlarında bir boşluk oluşturmakta, sosyal ve bireysel sorumluluklarından kaçmasına neden olmaktadır. Genelleme yapmamakla birlikte, bu boşluk ve kaçış kendisinden zayıf olan herkese hükmetme tavrı ve sahip olmadıklarını zorla elde etme şeklinde insan ilişkilerine yansıyabilmektedir. Anne ve babaların, çocuklarının eğitiminde ayrım yapmamaları, adaletli bir yaklaşım sergilemeleri gerekir. Ayrıca, mevcut eğitim sisteminin gelenek ve değer biriktiremiyor olması, şiddetin ve istismarın önemli sosyal nedenlerinden biridir. Sadece başarı, rekabet ve sınavlar ekseninde kurgulanmış, rasyonel otoritenin kaybolduğu bir eğitim sisteminde ancak ben merkezli, kendisinden başkasının varlığını ve başarısını hazmedemeyen bireyler yetiştirilebilir. Bu durum ise ortak aklın kaybolmasına neden olmaktadır. Ortak aklı kaybetmek ise beraberinde şiddeti, istismarı ve duyarsızlığı getirmektedir.
2. Kadınlara şiddet ve cinsel istismar konusunda aile ve eğitimin öneminden söz ettiniz, bu konuda medyanın sorumluluğu var mıdır?
Sorumluluğu büyüktür ama tek sorumlu olarak değerlendirilmesini doğru bulmuyorum. Nitekim kadına yönelik şiddetin ve cinsel istismarın tarihi, televizyon ve gazetenin tarihinden çok daha eskilere gitmektedir. Ancak bu durum, medyayı masum da yapmaz. Türkiye’de medyanın yayın rekabeti kadın bedeni, şiddet ve cinsellik üzerinden olduğu müddetçe medyanın toplumsal krizlerde sorumlu/suz tutumu daha tartışmalı hale gelecektir. Bununla birlikte, adli vakaların haberleştirilmesinde kullanılan dil, vaka ile ilgili bütün detayların sosyal psikoloji göz ardı edilerek sunulması ise görsel ve yazılı medyanın açık bir şekilde kamuoyunu bilgilendirme görevini kötüye kullanmasıdır. Ayrıca kadına şiddet ve istismar konusunda sözde farkındalığı artırmanın hedeflendiği televizyon dizileri ve filmlerde özellikle şiddet ve tecavüz sahnelerinin dakikalarca ve bütün detaylarıyla veriliyor olmasında ise farkındalıktan ziyade medya çıkarının ön planda olduğunu düşünüyorum. En acı olan ise, bu tarz yapımların prime time diye ifade edilen bütün ailenin televizyon karşısında olduğu ve televizyonun en çok izlendiği saatlerde yayınlanıyor olmasıdır.
3. Kadınlara yönelik cinsel istismarın ve saldırıların Batı ülkelerinde daha fazla olduğu iddia edilmektedir. Bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?
Şunu doğru okumakta fayda var, daha fazla raporlanıyor olması ile daha fazla saldırının olması her zaman aynı anlama gelmeyebilir. Evet, pek çok taciz, istismar ve tecavüz istatistiğinde ABD, Almanya, Fransa ve hatta Kanada gibi ülkeler en çok vakanın yaşandığı ilk on ülke arasına girmektedir. İstatistikler güvenlik güçlerine ve yargıya intikal eden vakalar üzerinden derlenmektedir. Ancak pek çok ülkede özellikle şiddet, taciz ve tecavüz vakalarının raporlanmadığı, yargıya intikal etmediği ve konunun üzerinin örtüldüğü bilinmektedir.
Hatta özellikle tecavüzün toplumsal mekanizmalar marifetiyle üzerinin en çok örtülemeye çalışıldığı vakaların başında geldiği uzmanlarca ifade edilmektedir. Dolayısıyla gelişmiş ülkelerdeki istatistiklerle vicdanımızı rahatlatmanın samimi ve tutarlı bir tavır olduğunu düşünmüyorum. Vakaları her ülkenin ve bölgenin sosyolojik zemininde tahlil etmenin sorunun nedenlerinin belirlenmesinde en önemli stratejilerden biri olduğu kanaatindeyim.
4. Türkiye’de kadına şiddet konusu neden sosyal ve siyasal kutuplaşma ekseninde tartışılıyor?
Siyasal ve sosyal zeminde bütüncül bir bakış açısına sahip olamamamızla ilgili bir sorun olduğunu düşünüyorum. Kadın kimliği üzerinden siyaset yapmak pek çok politikacı açısından kestirme bir yoldur. Ancak gerek konuşmaları gerek konuyu ele alış yöntemlerine bakıldığında konunun sosyolojik boyutuna ziyadesiyle uzak kaldıkları görülmektedir. Şiddetin, tacizin ve istismarın etek boyu üzerinden tartışılıyor olması kadar, bunun tek sorumlusunun mevcut hükümet ya da inanç sistemi olduğunu savunmak da siyasalın toplumsala ne denli yabancı olduğunu göstermektedir. Bu yabancılaşma kadına şiddetin çözümünde bir arpa boyu yol kat edemememizin en temel nedenlerinden biridir. Siyasette yaşanan kutuplaşma ve gerilim özellikle sosyal medyanın etkisi ile topluma da sirayet etmekte ve toplumsal dayanışmanın en güçlü olması gereken zamanlarda çatışmalara neden olmaktadır. Dolayısıyla siyaset atmosferinden çok hızlı etkilenen bir toplum olduğumuz gerçeğini unutmadan, siyasetçilerin sorumlu davranış sergilemesi böyle zamanlarda çok daha önemli hale gelmektedir.
5. Kadına yönelik şiddete karşı nasıl bir anlayış çerçevesinde politikalar geliştirilmelidir? İdam cezası bu soruna çözüm getirebilir mi?
İdam cezasını tartışmadan önce mevcut ceza kanunumuzun yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Örneğin Türk Ceza Kanuna göre (Madde 102), cinsel saldırı neticesinde kurban ancak ölür ya da bitkisel hayata girerse saldırgan müebbet hapis cezası alabilir. Kurban ölmediyse saldırganın cezası beş ila on yıl arasında değişmektedir. Cinsel davranışın sarkıntılık düzeyinde kalması hâlinde iki yıldan beş yıla kadar hapis cezası verilir. Yani müebbet hapis için kurbanın ya ölmesi ya da bitkisel hayata girmesi gerekmektedir. Ceza hukukçusu değilim ama bu konuda hukuki bir eksikliğin olduğu ve cezaların yeterince caydırıcı olmadığını ifade edebilirim. Bununla birlikte idam konusu ulusal ve uluslararası boyutlarıyla enine boyuna ele alınması gereken bir husustur ki, bunu da sadece hukukçuların değil, sosyal bilimcilerin, din adamlarının bir ortak akıl ekseninde değerlendirilmesi gerekmektedir. Öyle ki idam cezası özellikle adi suçların cezalandırılmasında toplum vicdanını rahatlatıcı bir etkiye sahip olsa da acele bir kararla hukuk sisteminde çok iyi kurgulanmadan herhangi bir adımın atılmaması gerekir.
Son günlerde tartışmalar daha çok cezalandırma sistemi üzerine yapılmış olsa da, sosyal politikaların bu vakalara zemin hazırlayan sosyal ve bireysel sorunları ortadan kaldırma hedefiyle hazırlanması gerekir. Bu çerçevede yaşanan her krizin sosyoekonomik düzeyi düşük insanlar arasında olduğu varsayımını yeniden düşünmemiz gerekmektedir ki, beyaz yakalıların arasında da çok fazla psikolojik ve fiziksel şiddete uğrayan kadın vardır. Bununla birlikte ortaya konulacak sosyal politikaların cinsiyet üstünlüğü üzerinden yapılmaması gerekir. Bütüncül yaklaşımın temel alınması, bu anlamda kadına şiddet konusunda farkındalığı artırmak için sadece kadınlara telkinde bulunulmaması, erkeklerin de muhatap alınarak ortak zeminin oluşturulması gerekmektedir. Bunun sağlanmasında, politika yapıcılardan çok daha büyük sorumluluk kanaat önderlerine ve din hizmeti yapan kişilere düşmektedir. Bu anlamda özellikle toplumun örnek aldıkları dini şahsiyetler, kadın ve erkeklik üzerine kurdukları her cümlenin toplumsal alanda yansımasının neler olabileceğini düşünmelidir. “Ahlak”, “namus”, “iffet” gibi kavramlarının sadece kadınlarla ilişkilendirilerek ele alınmaması, erkeklerin de bu konularda en az kadınlar kadar ve hatta kadınlardan daha fazla sorumlu olduğu hatırlatılmalıdır. Bunun gibi bütüncül bir yol izlenmediği takdirde yaşanan krizlerin toplumsal maliyetinin telafisi uzun yıllar mümkün olmayacaktır.
[Söyleşi: Zeynep Berre Özçelik]