Türkiye beklendiği üzere dün sabah Cerablus harekâtını başlattı. Bu harekâtın arkasındaki temel motivasyonlar ise son derece net. Sınır güvenliğini sağlamak, terör tehdidini bertaraf etmek ve yeni mülteci akınlarının önüne geçmek. Türkiye bu üç gerekçe dolayısıyla 2011 Martı'ndan bu yana Suriye krizinin etkilerini derinden hissetti. Bu kriz dolayısıyla büyük sarsıntılar yaşadı. Suriye içinde birbiriyle savaşan PKK ve DAİŞ, Türkiye'ye karşı işbirliği yaptı. Özellikle 7 Haziran seçimlerinin ardından eşgüdüm halinde terör saldırıları gerçekleştirdiler, birbirlerine alan açtılar. Elbirliğiyle Türkiye'yi istikrarsızlaştırmak, işgale açık hale getirmek için çabaladılar. Bu süreçte onların en büyük destekçisi FETÖ oldu. FETÖ'nün 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında yakayı ele vermesi PKK ve DAİŞ'in terör eylemlerine hız vermesi sonucunu doğurdu. PKK, 19 Temmuz'dan itibaren gün aşırı terör eylemi gerçekleştirdi. DAİŞ, canlı bomba eylemi yanında sınır ötesinden Türkiye'ye yoğun biçimde saldırılarda bulundu. Daha iki gün önce Karkamış'a atılan havan mermisi sayısı dokuzdu. Bütün bunlarla birlikte Türkiye, hatırı sayılır bir süredir güneyden bir PKK duvarıyla örülmek istendiğinin farkında ve kendini buna karşı tedbir almak zorunda hissediyor. Dikkat ederseniz "PKK koridoru" demiyorum. Planlanan, tam anlamıyla Türkiye'ye set çekecek, Türkiye'yi Arap dünyasından koparacak kalın bir duvar örmek. Ne var ki bu gidişata bir türlü dur diyemedi. Devlet, bugüne dek bu gidişata ne zaman müdahil olmak istese içeride çeşitli operasyonlara maruz kaldı. Rus uçağının düşürülmesi bunun en somut örneğiydi. O hamleyle birlikte Türkiye'nin Suriye'deki manevra alanı ciddi şekilde kısıtlandı. Türkiye bu krizi çözüme kavuşturmak suretiyle, teröre karşı mücadele imkânlarını artırmış oldu. Yaşanan bir başka sorun da "devletin tehdit algısı" konusundaydı. Türkiye'de uzunca bir süre "tehdit algısı" askerler tarafından belirlendi. Seçilmiş sivil siyasetçilerin bu süreçte sahici bir rolü olmadı, olamadı. Önlerine ne konduysa onu kabullendiler. İlk defa Tayyip Erdoğan, seçilmiş siyasi iktidarın temsilcisi olarak ülkenin tehdit algısının şekillendirilmesinde söz sahibi olmak istedi. Ne var ki, bu konuda ciddi bir dirençle karşılaştı, tehdit algısı konusunda devlet içinde bir türlü mutabakata varılamadı. Seçilmiş, meşru bir lider olarak Erdoğan'ın vizyonuna ve tehdit algısına yönelik direncin kaynağını uzun süre "asker sivil çatışması" çerçevesinde değerlendirdik. Oysa bugün meselenin çok daha derin olduğunu kavrıyoruz. Orgenerali, onlarca tümgenerali, yüzü aşkın tuğgenerali ve yine kurmay tabakasıyla ordu içinde bir terör örgütünün temsil edildiği bir ortamda devletin güvenlik siyasetinde bir mutabakata varılabilir mi? 15 Temmuz'la birlikte açılan süreçte, hükümetin ve güvenlik güçlerinin etkinliği artmış oldu. Türkiye Cumhuriyeti devleti, terör örgütlerine karşı bir "caydırıcılık ve imha kapasitesi"ne sahip olabildiğini gösterme imkânı buldu. 15 Temmuz sonrası yaşanan FETÖ'den arınma süreciyle birlikte devlet çok daha güçlü, ülke çok daha güvenli bir hale geldi. Şu anda Türkiye, hem iç hukuk, hem uluslararası hukuk açısından yasal bir operasyona girişmiş durumda. Öncelikli hedef, sınırdaki DAİŞ tehdidini bertaraf etmek ve PKK duvarının oluşumuna engel olmak. Peki bundan sonra atılacak adım ne olacak? Suriye'de bir işgalci güç olarak faaliyet gösteren ve orada elde ettiği imkânları Türkiye'deki terör eylemlerini derinleştirmek için kullanan PKK'yı geriletmek mi mesela? Yahut başka bir adım mı?
[Sabah, 25 AÄŸustos 2016].