SETA > Yorum |

Vesayet, Siyaset, Cemaat

Karşımızda, eski Türkiye'nin Kemalist imtiyazlarıyla mücadele ederek imtiyaz sahibi olan yeni Türkiye'nin neo-Kemalistleri var ve devraldıkları vesayetçi eğilimleri sürdürme eğilimi gösteriyorlar.

Yakın tarihimizin en beklenmedik siyasi krizinin arkasındaki sis perdesi henüz aralanmadı. Aradan bir haftadan uzun bir zaman geçmesine rağmen, savcılığın Hakan Fidan, Emre Taner ve Afet Güneş'i hangi gerekçeye dayanarak 'şüpheli' sıfatıyla soruşturmaya dahil ettiği henüz açıklığa kavuşabilmiş değil. İlk günden itibaren, iki iddia dolaşımda.

İlk iddiaya göre, MİT yöneticileri, Oslo'da PKK yöneticileriyle ve/ya İmralı'da Öcalan'la yaptıkları görüşmeler dolayısıyla soruşturmaya dâhil edildiler. Soruşturmanın MİT ayağının bu görüşmeleri yürütmüş olan yöneticiler üzerinden ilerlemesi, bu iddianın doğruluk payını artırıyor. Nitekim iktidar partisi, soruşturmayı doğrudan bu görüşmelerle ilişkilendirerek hükümetin siyasi iradesini tahkim etmek üzere yasal düzenlemeye başvururken, muhalefet partileri de, aynı ilişki dolayısıyla hükümetin suça aracılık ettiğini iddia etmeye başladılar.

İkinci iddiaya göre ise, MİT yöneticileri, siyasi iradenin bilgisi doğrultusunda gerçekleştirdikleri eylemlerden ötürü değil, birtakım MİT mensuplarının görev alanları dışına çıkarak suç işlediklerine dair güçlü deliller dolayısıyla soruşturmaya dâhil edildiler. Ama Başsavcı Vekili Fikret Seçen'in de dillendirdiği bu iddia, MİT yöneticilerinin, neden savcılık tarafından 'bilgilerine başvurulmak üzere' değil de, 'şüpheli' sıfatıyla soruşturmaya dâhil edildiklerini açıklamıyor. Geride bıraktığımız günler içinde açığa çıkan tablo, MİT yöneticilerinin, ilk iddia dolayısıyla soruşturmaya dâhil edildiklerini, ancak sürecin bir devlet krizine dönüşmesi karşısında, savcılığın ve savcılığın kararını destekleyen çevrelerin ikinci iddianın gerekçelerinin arkasına sığındıklarını gösteriyor.

YENİ TÜRKİYE'NİN VESAYETÇİ AKTÖRLERİ

Yapılan manipülasyonlara rağmen, savcılığın, siyasi iktidarın bilgisi, onayı ve direktifi dâhilinde gerçekleştirilen Oslo veya İmralı görüşmeleri dolayısıyla eski ve yeni MİT yöneticilerini soruşturmaya dâhil ettiğine dair bulgular ağırlık kazanıyor. Bu gerekçe, savcılığın, siyasi iktidarın terörle mücadele politikasını sorguladığı, dolayısıyla da, bir siyasi aktör gibi davranarak politika geliştirdiği anlamına geliyor.

Hükümetin toplumsal desteğe dayalı siyasal iradesini, sahip olduğu bürokratik imtiyazlara sığınarak gasp etme anlamına gelen bu tutum, eski Türkiye'de 'vesayet sistemi' olarak adlandırdığımız ve mahkûm ettiğimiz bir tutumdur. 27 Mayıs 1960'tan beri, yasal-bürokratik imtiyazlarla iktidarın siyaset belirleme hakkına ortak olma çabasının bu topraklardaki ismi Kemalizmdir. Bu çerçevede, MİT yöneticilerini, siyasi iktidarın direktiflerini hayata geçirmek üzere gerçekleştirdikleri eylemler dolayısıyla soruşturmaya dâhil eden aktörleri ve onları savunan çevreyi neo-Kemalist olarak adlandırmak mümkün. Karşımızda, eski Türkiye'nin Kemalist imtiyazlarıyla mücadele ederek imtiyaz sahibi olan yeni Türkiye'nin neo-Kemalistleri var ve devraldıkları vesayetçi eğilimleri sürdürme eğilimi gösteriyorlar.

YETMEZ AMA EVET!

AK Parti, siyasi iradesine sahip çıkmak üzere, yetkilendirdiği bürokratların verdiği görevler dolayısıyla sorgulanmasını Başbakanın iznine bağlayan bir yasal düzenleme gerçekleştirdi. AK Parti'nin mevcut krizi bu düzenleme ile aşma çabası, iki şekilde eleştiriliyor. İlk olarak, gerçekleştirilen yasal düzenlemenin anti-demokratik unsurlar barındırdığı dile getiriliyor. İkinci eleştiri olarak da, hükümetin, MİT'e yönelik dile getirilen kaygıları kulak ardı ederek MİT'i koruma tutumu içine girdiği ifade ediliyor. Bu iki eleştiriyi, siyasal bir okumayla ele almakta yarar var. Öncelikle, gerçekleştirilen düzenleme, bir kriz dönemi düzenlemesidir ve yegâne hedefi krizi atlatmaktır. Özel yetkili savcının CMK'yı MİT Kanunu'nu iptal edecek şekilde yorumlaması karşısında, yasamanın MİT Kanunu'ndaki 26. maddenin altını çizmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, bugün, bu yasanın doğuracağı demokratik meşruiyet mahzurlarını krizin sürmesi için gerekçe kılarak yapılan düzenlemeye karşı çıkmak, demokratik siyasetin bürokrasi tarafından örselenmesini onaylamak anlamına gelmektedir.

AK Parti, gerçekleştirdiği düzenlemeyle mevcut krizi atlattıktan sonra, daha demokratik düzenlemelerle, çıkarılan yasanın mahzurlarını gidermeye zorlanabilir, zorlanmalıdır. Cengiz Çandar'ın doğru analojisiyle, bu 'yetmez ama evet' durumudur. 'Yetmez' kısmı için AK Parti'den beklenen, mevcut krizin ilk aşamasını atlattıktan sonra vakit geçirmeden, gerekli bazı siyaset değişiklikleri ve yasal düzenlemeleri gerçekleştirmesidir. AK Parti'den beklenen yasal düzenleme, 'özel yetkili' kurum ve aktörlerin yetkilerinin normalleştirilmesidir. 'Özel yetki', siyasal sistemin 'özel durum'uyla anlam kazanan bir imtiyazdı. 12 Eylül referandumu, 'bürokratik vesayet' ile kavramsallaştırılan bu özel durumu ortadan kaldırdığına göre, özel yetkilerin de bir anlamı kalmamıştır. AK Parti'den beklenen siyaset değişikliği ise, siyasetle şiddet arasındaki bağı koparmak için gerekli olan KCK soruşturmasının, maksadını aşarak siyasal kimlikleri ve farklılıkları boğan bir mecraya yönelişini durdurmak, soruşturmayı rayına sokmaktır. AK Parti, bugüne kadar, kendisine yönelen tehditleri demokratik enstrümanlarla bertaraf ettiği için varoluşunu demokratik bir Türkiye'nin teminatı kıldı. Bu krizi de, demokratikleşme momentini tahkim ederek aşabilir.

MESELE, ARTIK MİT DEĞİL

İkinci olarak, hükümetin mevcut tutumu, MİT'teki yanlışları aklamak anlamına gelmemektedir. Hükümet, MİT'in eski ve yeni yöneticilerine yönelik hamleyi, doğrudan kendi iradesine yönelik bir hamle olarak okuduğuna göre, öncelik, siyasi iradenin varlığına yönelen hamleyi bertaraf etmesidir. Hal bu iken, hükümetin MİT Müsteşarının soruşturmaya dâhil edilmesini engelleme tutumu üzerinden, ısrarla ve inatla, MİT'in yozlaşmasına yönelik bir kampanya yürütmek anlamsızdır. Hükümet, MİT'in pirüpak olduğu düşüncesinden hareketle müsteşarını korumaya almadığına göre, MİT'teki muhtemel yanlışlıklar üzerinden hükümeti eleştirmenin bir geçerliliği de yoktur. Dolayısıyla, bu saatten sonra, MİT'i tartışma konusu yapmak, süregiden krizin odağını değiştirmekten başka bir anlam taşımamaktadır. Krizin üzerinden günler geçip, hem hükümetin krizi algılayış biçimi, hem de krizin doğurduğu sonuçlar ortadayken, ısrarla ve inatla, meseleyi, MİT mensuplarının operasyon alışkanlıkları bağlamında tutmak, apolitik bir saflığın ürünü değilse, herkesi aptal yerine koyan obsesif bir aklın ürünüdür. Ya dünyayı, siyaseti, iktidarı istihbarat raporlarının kodlarıyla okumaya alışmış, gerçek hayatın çok katmanlılığını gömüldüğü dosyanın ayrıntılarında ıskalamış bir akıl var karşımızda ya da içinde yer aldığı komplonun hedefine ulaşması için tartışmanın odağını ustaca kaydıran sinsi bir akıl var. Siyasi iktidar, mevcut krizi, MİT'in temizlenmesi parantezinden çıkararak, doğru ya da yanlış, kendisine yönelik bir komplo olarak değerlendirdiğine göre, hedefin Fidan veya hükümet olmadığı, bazı MİT mensuplarının suça bulaştığı için yargılanması gerektiği gibi argümanların şimdilik bir anlamı kalmamıştır. Bu saatten sonra, soruşturmanın aslında neyi hedeflediğini tartışmanın siyasal bir değeri de yoktur. Soruşturmanın yol açtığı sonuçlar, bu argümanları bağlam dışına itmiş durumdadır.

CEMAAT BU İŞİN NERESİNDE?

Günlerdir birçok isim, cemaatin bu tartışmadaki yerine dair birçok kanaat serdediyor. Cevabı aranan soru, Gülen Cemaatinin mevcut krizin neresinde yer aldığıdır. Normal şartlar altında, bu soruyu sormanın bir anlamı olmamalı(ydı). Geçmiş ve gelecek tasavvurları birbirlerine yakın; ulusal, bölgesel ve küresel siyaset parametreleri büyük oranda örtüşen; bugüne kadar bürokratik vesayetle mücadelede birlikte hareket etmiş, Cemaat ile AK Parti'nin bu kriz üzerinden ihtilafa düşmesinin bir anlamı yok. Bu, Cemaat ile AK Parti'nin her konuda aynı kanaate sahip oldukları anlamına gelmiyor elbette. Cemaat'in hükümeti İran ve Suriye konusunda yumuşak, İsrail konusunda sert bulduğu, Şike soruşturmasında ve Uludere olayında hükümetle ihtilafa düştüğü, Ergenekon ve KCK soruşturmalarında üslup farklılıklarına sahip olduğu sır değil. Ancak bu ihtilafın bir sınırı var.

Hükümet, mevcut krizi, doğru veya yanlış, kendi varlığına ve siyaset belirleme iradesine yönelik yıkıcı bir saldırı olarak değerlendirip buna yönelik pozisyon alıyorsa, Cemaatin, AK Parti'nin zayıflamasından medet umduğu düşünülemeyeceğine göre, karşıt bir pozisyonda yer almasını düşünmek akla yatkın değil. Ancak, bir cehalet perdesi altına gizlenmeyeceksek, Cemaatin bu son krizde, hükümetin yanında yer almadığı da aşikâr. Krizin patlak verdiği ilk günden beri, Cemaate yakınlıkları veya mensubiyetleri ile bilinen isimler, hem emniyet ve savcılığın iradesini sahipleniyorlar, hem de hükümetin kendisini hedef alan hamleyi boşa çıkarmaya yönelik teşebbüslerine karşı kampanya yürütüyorlar. Dolayısıyla, Cemaatin, mevcut krizde, planlı ve kararlı bir stratejiye sahip olduğu söylenebilir. Bu tutum-strateji cevaplanması zor bazı soruları gündeme getiriyor. Bu hamlenin içinde yer almayı Cemaate yakıştırmayan herkes, Cemaat ve AK Parti'yi aşan daha büyük hesapların izini sürerken; Cemaate yakın isimler, neden hükümetin krizi aşma çabalarını desteklemek yerine akamete uğratmaya çalışıyorlar?

Mevcut kriz, 'Cemaat-AK Parti çatışmasından medet uman odakların bir manipülasyonuysa', bu manipülasyonu boşa çıkarmak için kendilerini komplo ile ayrıştıracaklarına, Cemaate yakın isimler, neden ısrarla hükümet karşıtı ve komplo yanlısı bir pozisyona uygun argümanlar üretiyorlar? Nasıl bir muhasebe, Cemaate, MİT'i çürüklerden temizlemek uğruna AK Parti'nin feda edilebileceğini makul gösteriyor? Bu sorulara daha pek çok soru eklenebilir. Zaten, son günlerde, gazeteler, soru sormayı cevap vermeye yeğleyen yazılarla dolu. Bir meselede, sorular cevaplardan daha fazlaysa, ya bulunan cevaplar kabullenilemiyordur ya da cevapların kolaylıkla bulunamayacağı büyük bir komplo vardır. Sanırım bu krizde, ikisi de mevcut. Görünür verilerle bulunan cevaplar kabullenilemediği için cevabı kolayca bulunamayacak sorular sormaya yöneliyoruz. Umarım, önümüzdeki günler, soruların sayısını azaltacak cevapları bulmamıza yardımcı olur.

Sabah/Perspektif (18.02.2012)