Türkiye hızlı bir dönüşüm yaşıyor. Bir devrim değil belki; ama büyük bir tezekkür! Maalesef bu tezekkür, tefekkür halinin sonucu değil. Ama tezekkürün neticesinde, tefekkür haline rücu edebilme umudu var. Sosyal muhayyilemiz her gün farklı siyasi açılımlar, dış politika gelişmeleri, adli kovuşturmalar veya son günlerde şahit olduğumuz üzere siyasi gaflar üzerinden hem zenginleşiyor hem de ezberlerinden kurtuluyor. İmparatorluğu kaybedişimizin üzerinden neredeyse bir asır geçmişken travmalarımızla yeni yeni yüzleşiyoruz. İsmini koymaya cesaret edemediğimiz için, her fail-i malum sorunumuzu fail-i meçhul addedip, etrafında dolaşıp, farklı isimler takıp, kimini kırk yıl kimini seksen yıl inkar veya tehir ettikten sonra onunla yüzleşiyoruz.
Ancak hatırla(tıl)ma usulüyle tefekkür edebiliyoruz. Bu meyanda tevhid-i tedrisatın neredeyse nev-i şahsına münhasır hiçbir sese yer bırakmayacak derecede akılları eşitlediğini söylemek yanlış olmaz. Öyle ki Dersim üzerinden siyasi gaf yaptığı söylenen Onur Öymen’in hatası, ancak bir gün sonra fark edilebildi. Maalesef hem kendisini bir kaşık suda boğmak için açığını bekleyen hazirun hem hatip hem de o hazirun ve hatibin kapışmasından ekmek kazanan anlı şanlı medyamız, hadiseyi ıskaladılar, en azından vakıanın ilk saatlerinde. Gerçi bugün itibarıyla gaf sahibinin mezkur konuşmasında “Yunan’ın İskeçe’deki Türklere yaptığı zulmü” alkışlayan lafları da araya kaynamış durumda. Milliyetçi reflekslerin nerede olduğunu düşünmemek elde değil.
İlerleyen saatler ve günlerde potansiyel sabık siyasinin üzerinden başlayan kampanya ise pek dişe dokunur türden olmadığı gibi, samimiyeti de tartışılır idi. Bunun birkaç sebebi var: Öncelikle tanık olduğumuz, bir siyasi şahsın müstakil olayı mı? Partisi, “Evet, katiyen öyledir” diyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun -ki kendisi edilen kelamı önce takdir, sonra tezyif etti- iddiasına göre de vakıa elbette şahsi bir bakış açısını gösteriyor. Müellifine göre ise vakıa şahsi olmadığı gibi, kendisi Atatürk’ün meseleye sadece bakışını yansıtmakla kalmadı, bu nevi olaylara verdiği devlet cevabını milletimizin “Demokratik Açılım” vesilesiyle tezekkür etmesini de sağladı. İktidara göre bir muhalefet partisinin zihniyetini gösteren en güzel delil bu. Muhalefet partisinin bir başka ismine göre asıl mesele bu değil, Metrobüs!
Vakıadan en fazla tahrip olduğu farz edilen kesimden ciddi bir tepkinin geldiği muhakkak. Lakin ya aradan geçen yıllarda bu kesimin bu türden vakıalara karşı hassasiyeti azaldı; ya geçen haftalarda Kadıköy meydanını dolduranlar başka bindirilmiş kıtalardı ya da vaktinde benzer bir gafı yapan sunucu boş yere mesleğinden olup kim vurduya gitti. Bu işte bir gariplik var. Yalnız asıl gariplik şurada: Hem gafın müellifi iddiasında haklı hem de karşı çıkanlar. Şöyle ki, tarihî detayları ne olursa olsun, bu vakıa gaf sahibinin dediği gibi Cumhuriyet’in ilk yıllarında oldukça bilinçli bir şekilde vuku buldu. En ağır acıları yaşayan mağdurların ve mazlumların çocukları, kimliklerini büyük ölçüde gaf sahibinin vakıanın faili olduğunu iddia ettiği Atatürk ile ram etmiş haldeler. Hal bu ise işin içinden nasıl çıkacağız?
Belki de doğru soru şu olmalı: Gerçekten yaşanan bir siyasi gaf mı, yoksa siyasi tarih tespiti mi? “Gaf sahibi” siyasi tespit diyor. Geçmişteki onca sıkıntılı demecine, milleti neredeyse her seferinde ıskalayan okumalarına, çuvallayan projeksiyonlarına rağmen, bu sefer haklı gibi duruyor. Bu “siyasi tespit”i ahlaken tenkit etmek mümkün iken, siyasi açıdan oldukça soğukkanlı bir değerlendirme olmadığını kim söyleyebilir? Aceleci bir şekilde “siyasi gaf” olarak yaftalanan vakıa ezcümle yüzleşmemiz gereken bütün devletlû günahların oldukça iyi bir numunesi. Eğer bu gerçekten bir siyasi gaf ise bütün Cumhuriyet tarihimizin koskoca bir gaf olduğunu mu düşüneceğiz? Eğer böyle değilse, anakronizme düşmeksizin, rövanşist dünya vatandaşı liberal fantezilerine gark olmadan milletleşme serüvenimizin acı bütün hatıraları ile yüzleşmeli, yasımızı hep beraber tutup travma(ları)mızı üzerimizden atmalıyız. Ancak o zaman normalleşme sürecimiz hitama erebilir. Memleketin tek sıkıntısı AB’ye uyum yasalarının hayata geçmemesi, aksayan demokrasi, hukuk devletinin tam tesis edilemeyişi, asker-sivil ilişkileri vs. değil. Asıl yüzleşmemiz gereken “biz”dir. O “biz”in içerisinde isyanlardan darbelere, kaybedilen topraklardan yeni kızıl elmalara, küçük bir Soğuk Savaş kanat ülkesinden nizam-ı âlem hülyalarına, Saraybosna’dan Kudüs’e, her yer ve herkes var. Olmayan tek şey, anaların gözyaşlarını ciddiye almayan, düşman ile milleti birbirinden ayıracak basiretten bile nasiplenmemiş, bu topraklarla tek bağı hasbelkader bir süre ülkemizde ikamet etmek olan, memleketimizle başka başkentler üzerinden konuşan anakronik unsurlardır.
Hiçbir kurum veya devlet, yapılan yanlışları, hataları inkar ederek, gizleyerek sıhhatini muhafaza edemez. Bugün yeri geldi, “analar” üzerinden tezekkür ettik mazimizi. Yarın 1991-1994’te yaşananlar üzerinden ya da 1997’de nasıl bir “dış mihrak” operasyonuyla “anaların -kızlarıyla beraber- ağladığı”nı konuşuyor olacağız. Sırların birkaç ay bile saklanamadığı bir dünyada yaşıyoruz. Demirel’in deyimiyle “belgenin kaybolmadığı bir devletimiz” var. Ebu Gureyb Hapishanesi Bağdat’ta dünyanın en katı güvenlik çemberiyle korunan bir cehennemdi. Şimdilerde ayağa düşmüş, “bir tık” uzaklığında ve kolaylığında. Üzerlerinde olmadık hayvani fanteziler denenerek işkence yapılan mahkumlara, hallerini dünyaya ihbar edecek olanların cellatlarından başkası olmadığı söylenseydi, ne derlerdi?
Bu minval üzere düşününce, gaf sahibinin şecaat arz etmek niyetiyle sarf ettiği sözlerin, en fazla kendi yaslandığı siyasi geleneğin geçmişini ve topluma bakışını ifşa etmesi anlamlı. Galiba şimdiye kadar “laf sahibi” olanlar, “gaf sahibi” olmaya başladıkça, hem aydınlanacak hem de fail-i meçhul sanılan fail-i malumları satır aralarında yakalamaya devam edeceğiz. Ne demişti aynı siyasi geleneğin merhum-mahdum fizikçi lideri: “Gerçeğin eninde sonunda ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır!”
Anlayış - Aralık 2009