Son haftalarda Doğu Akdeniz'de yaşanan gelişmeler, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'dan (MENA) oluşan bölgedeki jeopolitik mücadeleye dair resmin daha net bir şekilde ortaya çıkmasını sağladı. Süper jeopolitik kompleks olarak tanımlanabilecek bu bölgenin önümüzdeki dönemde çok aktörlü rekabetin en yoğun yaşanacağı bölgelerden biri olacağına hiç kuşku yok. Resmin Ortadoğu ayağında aşağı yukarı nasıl bir mücadele olduğunu uzun zamandır takip ediyoruz.
Bu eksende üç büyük bölgesel aktör arasında, bölgesel bir rekabet önümüzdeki günlerde daha çok kızışacak. Türkiye, İsrail ve İran. Bu aktörlerin arasında Suudi Arabistan, Mısır ve BAE'yi eklemedim. Zira bu ülkelerin şu sıralar müstakil politikalar izleyerek bir eksen oluşturdukları konusunda ciddi şüpheler mevcut. ABD destekli Arap-İsrail yakınlaşma stratejisi İsrail eksenini bölgesel ölçekli güç rekabetinde daha avantajlı bir konuma taşıyacak. İran'ın yakın bir dönemde krizden çıkarak bölgesel ölçekli rekabette vekil ve asimetrik unsurlara yöneleceğini biliyoruz. Ancak ölçek açısından zayıf bir aktör. Türkiye ise üç cephede yoğun bir mücadele vereceğe benziyor; Suriye, Doğu Akdeniz ve Libya.
Doğu Akdeniz ile birlikte düşünüldüğünde, Ortadoğu ölçekli rekabetin bir uzantısını göreceğimizden hiç şüpheniz olmasın. Zira bahse konu ülkelerden, Suudi Arabistan ve BAE, Levant bölgesinde Mısır ve İsrail'in doğal müttefiki haline dönüşmüş durumda. Bu cephenin ilginç olan yanı ise Türkiye'nin çevrelenmesi ve kısıtlanması stratejisi bağlamında Yunanistan ve Rum kesimiyle yeni bir ittifak kurmuş olmaları. Sembolik de olsa BAE-Yunanistan tatbikatı buna örnek olarak gösterilebilir. Ancak mesele sadece iki uçak ya da savaş gemisi tatbikatı değil; hedef Türkiye'nin çevrelenmesi ve sınırlandırılması.
Çevreleme, Türkiye karşıtı jeopolitik bloğun Türkiye'nin harekât alanı daraltacak politikaları devreye sokmak; sınırlandırma ise Türkiye'nin askeri gücünün dengeleyerek operasyonel kabileyetini etkisini minimize etmek anlamlarını taşıyor.
Söz konusu stratejinin bir benzeri Soğuk Savaş döneminde Sovyet yayılmacılığı karşısında ABD'de tarafından NATO aracılığıyla uygulanmıştı. Bu strateji her alanda hayata geçirildi. Ekonomik, askeri ve ideolojik araçlarla Sovyetlerin Avrupa güvenliğine tehdit oluşturma ihtimali minimize edilerek, Avrupa ölçeğinde ABD merkezli jeopolitik bir mobilizasyon sağlandı.
Şimdi benzer bir strateji, Türkiye hedef tahtasına oturtularak hayata geçirilmeye çalışıyor.
Bu stratejiyi sadece Yunanistan meselesine indirgeyerek anlamaya çalışırsanız yanılırsınız. Yunanistan, bu stratejiyi hayata geçirmek için birçok neden sunduğu gibi Türkiye karşısında stratejinin Akdeniz eksenli önemli saç ayaklarından biri. Yeni dönemin Sovyetleri olarak Türkiye vurgusunun sıkça işlenmeye başlaması da bu noktada güçlü bir işaret olarak belirmiş durumda. Bunun ideolojik ayağına dair onlarca örnek vermek mümkün. Türkiye'yi "otoriterleşme", "İslamlaşma" ve "milliyetçilik" menziline girmiş bir ülke olarak tasvir etmek suretiyle bütün dış politika konularını Cumhurbaşkanı Erdoğan'a indirgeyen analizlerin her gün kalıplaşmış şekilde Batı basınını kaplamasının nedeni de bu. Tıpkı Soğuk Savaş dönemindeki Sovyetologların yaptıkları gibi. Amerikan diplomat Kenan'ın, "Sovyetlerin stratejisinin köklerinin onun ideolojisinde olduğunu" söylemesi gibi, bütün Avrupa hep bir ağızdan Türkiye'nin dış politikasının Erdoğan'a indirgeyerek marjinalleştirmeye çalışıyor. Dış politikaya olan desteği görmezden gelerek, stratejiyi bireyselleştiriyorlar.
Çevrelemenin ikinci ayağını ise Akdeniz ölçekli jeopolitik ve jeoekonomik mücadele oluşturuyor. Bu noktada Türkiye'nin Libya ve Akdeniz hamleleri rahatsızlığın ana kaynağı olmuş durumda. Bu iki hamle Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Akdeniz'den oluşan süper jeopolitik kompleksin de aynı bağlama yerleşmesine neden oluyor. Bu tabloda Yunanistan koç başı, Fransa ise kendine agresif adımlarla yer bulmaya çalışan aktör olarak ortaya çıkıyor. Macron'un Levant'ta kendine yeni bir yer bulmaya çalışması bu yönde atılmış bir adım olarak görmek gerekir. Fransa, Avrupa'da oluşan boşluğu, eski gücünü tahkim ederek doldurmaya ve buradan hareketle kıta ölçekli Almanya karşısında yeni bir konumlandırma elde etmek istiyor.
Yunanistan ise çok basit gerekçelerle hareket ediyor. Türkiye'nin merkeze yerleştirildiği "ideolojik" Helenistik stratejiyi bir kenara bırakırsak hedef, Türkiye'nin karşısında yalnız olmamak için çok taraflı bir koalisyonun parçası olarak kendisini pazarlamak. ABD, İsrail, BAE, Mısır, Fransa, Suudi Arabistan'a sürekli göz kırpmasının sebebi de bu. Zira tek başına Türkiye ile kalabileceği bir kâbus senaryosu Yunanistan'ın derin korkularının yeniden ortaya çıkmasına neden olabilir.
Bu noktada sınırlandırma stratejisi devreye giriyor. Bu manada, ABD-Yunanistan savunma iş birliğinin girişiminin Yunanistan'ı Türkiye'ye karşı klasik dengelemek için atılmış bir adım olduğu net bir biçimde görüldü. Bu çerçevede, ABD'nin son dönemde attığı adımları sıralamakta fayda var. Girit'te yer alan Souda Askeri Üssü'nün genişletilerek modernize edilmesi, Larisa havalimanının yenilenmesi, Stefanovikeio Hava Üssü'nde kapasitesinin arttırılması, Dedeağaç limanının modernize edilmesi gibi gelişmeler en önemlileri arasında yer alıyor. Öte yandan ABD'nin F-35 tedariki konusunda Yunanistan'a göz kırpması, Fransa'nın 18 adet (8'i hibe) Rafale tipi savaş uçağı alacak olması gibi hususlar da Türkiye'yi dengelemeye dönük hamleler arasında.
Öte yandan Washington yönetiminin 1987'de aldığı Rum kesimine yönelik "bölgedeki silahlanma yarışını engellemek" kararından dönerek silah ambargosunu kaldırdığını açıklaması da listeye eklenmesi gerekir. Ancak bu noktada şimdilik ABD'nin Rum yönetimine ağır silahları temin etmesi beklenmiyor. Zira böylesi bir hamlenin Türkiye'yi kaybetmek ve Kıbrıs üzerinde Türk alternatiflerinin hayata geçirilmesi anlamı taşıyacağını da herkes tahmin ediyor. Bu noktada 1997 krizini hatırlamakta fayda var. Rum yönetiminin, Rusya'dan S-300 almaya kalkındığında Türkiye'nin hem adayı blokaja alma hem de müdahale kartını aynı anda çekmesi sonucunda Rum yönetimi füzeleri Yunanistan'a vermek durumunda kalmıştı.
Silahlanma meselesinin psikolojik yanına da dikkat çekmek lazım. Zira bu işin bir propaganda tarafı da söz konusu. Yani ABD'nin Rum yönetimine Patriot vereceği noktasında çıkarılan dedikodular Türkiye'yi "panikletmeye" dönük adımlar olarak okumak lazım. Basit "silahlandırma yarışı" mantığı.
Silahlanma iki açıdan tehlikelidir. Birincisi ekonomik olarak sürdürülebilir olması gerekir; ikincisi ise güvenlik ikilemini derinleştiren bir süreci tetiklediği için çatışma/savaş olasılığını yükseltir. Bu anlamda ben Yunanistan'ın silahlanmaya yeniden dönmesini Türkiye için büyük bir avantaj olduğunu düşünüyorum. Denizaltı konusundaki tercihlerinin Yunan ekonomisinde yol açtığı tahribat ortada. Almanya olmasaydı muhtemelen bugün Yunan ekonomisi çökmüş olacaktı. İç siyasetinde ise büyük bir iktidar değişimine neden olmuştu. Aynı ihtimal bugün için de geçerli görünüyor.
Fransa'nın başını çektiği Türkiye'yi çevreleyerek kendisine alan açma stratejisi de Fransa'yı yıpratacak bir strateji. Bu açıdan ben Fransa'nın bu agresif tavrının devam etmesinden yanayım. Zira bunun iki önemli sonucu olabilir. Birincisi, Fransa'nın NATO içinde rahatsızlık yaratması ve en önemlisi de Rusya karşısında büyük bir stratejik açık ortaya çıkarma ihtimali.
ABD'nin de Türkiye'yi sınırlandırayım derken Türkiye'yi marjinalleştirmesi bu stratejik açığın daha da derinleşmesine neden olabilir. İkincisi ise Fransa'nın öyle ya da böyle yıpranacak olması. Bu yeni agresif pozisyon hem Almanya'yı Fransa karşısında güvensizleştirecek hem de Fransa'nın birçok cepheye yeniden yayılması sonucu doğuracak.
Doğu Akdeniz'in önümüzdeki dönemin yeni ekseni olacağı açık. Türkiye'nin hem savaşabilen hem de anlaşabilen bir ülke olmayı sürdürmesi ve gerilim diplomasisini yürütecek bir zihinsel hazırlığa sahip olması çok önemli. Geride bıraktığımız ve halen devam eden krizler Türkiye'nin hazır davranma kapasitesini geliştirmişti. Şimdi bunu hayata geçirme zamanı.
[Sabah, 5 Eylül 2020].