ABD 1904 yılında Küba, Porto Rico, Guam ve Filipinlerin tamamını ele geçirdiğinde dönemin Amerikan Başkanı William McKinley bu ‘Yeni Roma’ idealini kayda değer bir şekilde ifade etmiş ve bunu ‘beyaz adamın yükü’ olan ‘medenileştirme misyonuyla’ birleştirmişti: “…Bütün bu yerleri almaktan başka çaremiz kalmamıştı. Şimdi Filipinlileri eğitmemiz, medenileştirerek seviyelerini yükseltmemiz, Hıristiyanlaştırmamız ve İsa’nın da kendileri için olduğu insanlar olarak onlar için elimizden geleni yapmamız gerekiyor.” Amerika’nın askerî ve ekonomik bir imparatorluk olma ideali artık teolojik bir nitelik kazanmıştır. Başkan McKinley’den tam bir asır sonra Başkan Bush, Amerika’nın teröre karşı mücadelesini benzer referanslarla meşrulaştırmaya çalışıyor.
Bush’un 31 Ağustos 2002’de Teksas’ta sarf ettiği şu sözler oldukça manidar: “Milletimiz, tarihin gelmiş geçmiş en büyük iyilik gücüdür.” Böylece Bush tarihin sonunun Amerika, fakat daha özelde 11 Eylül sonrasında kendi yönetiminin şekillendirdiği Amerika olduğunu söylüyor. Fakat dünya böyle bir şeyi kabullenmeye hazır mı?Bir imparatorluk olarak karşımıza çıkan Amerika’nın tarihsel anakronizmi tam da burada kendini ele veriyor: Eğer imparatorluklar çağı bittiyse, tek değil çok merkezli adil ve barışçıl bir küresel sistem evrensel bir değer olarak kabul ediliyorsa, aslolan gücün ve servetin tek bir merkezde toplanması değil adil olarak paylaşımı ise, siyasi elitlerin çıkarları ve kaprisleri değil hukukun üstünlüğü en temel ilke ise, insan hakları ulusal kanunların da üstündeyse, Amerika’nın emperyal yapısını nasıl meşrulaştırabilirsiniz? Devasa bir askerî güce sahip olan Amerikanın sadece güvenlik ve istikrarı sağlamak için çaba gösteren, bunun karşılığında dünya pazarlarının Amerikan şirketlerine açılmasını isteyen ‘müşfik bir imparatorluk’ olduğuna ve ‘bu müşfik tavrını Soğuk Savaş sonrası tek kutuplu dünyada da göstermeye devam edeceğine’ bugün kimi ikna edebilirsiniz? (Bkz. C. Johnson, Amerikan Emperyalizminin Sonbaharı, Küre Yayınları, 2005, s. 3)
İmparatorluk, 11 Eylül ve savaş sanayii
Amerika emperyalist politikalar izlemese bile bu ironi var olmaya devam edecek. Çünkü kurgulanan siyasî var olma biçiminin özünde bir sorun var. Dünya toplumları Amerika yahut başka bir imparatorluk kurgusu adına tarihin dışına itilmeyi nereye kadar kabullenebilirler? Burada Edward Said’in Kültür ve Emperyalizm’inde işaret ettiği bir noktayı hatırlayalım: İmparatorluktan önce imparatorluk fikri vardır. Birkaç kıtaya hükmeden, büyük orduları ve üsleri olan, ekonomisi güçlü, vs. bir emperyal devletten önce kendilerinin bir imparatorluk olduğuna inanan insanlar vardır. İngiliz imparatorluğu, İngilizler Hindistan alt kıtasını beş bin askeriyle idare etmeye başladığı zaman değil, Londra’da oturan lord’lar ve sir’ler kendilerinin Hindistan’ı ve başka milletleri yönetmeye layık olduğuna inandıkları zaman kurulmuştu.
Sonuçta ne oldu? İngilizlerin imparatorluk fikri, modern tarihin en kanlı ve karanlık trajedilerinden birinin yaşanmasıyla sonuçlandı. Bugün İngiltere bir imparatorluk değil; çünkü ne Londra’daki lord’lar ne de Hindistan alt kıtasındaki insanlar İngiltere’nin bir imparatorluk olabileceğine inanıyor. Amerikalılar bundan bir ders çıkartmalı değil mi? Neokonların şekillendirdiği Amerikan imparatorluğu vizyonu, askerî-siyasî bir endüstriye ve enerji şirketlerinin kısa vadeli çıkar hesaplarına dayandığı yahut onlara göz yumduğu için daha büyük bir sorunla karşı karşıya. Neokonlar, tıpkı kendilerinden önceki imparatorlar gibi düşünüyorlar: Siyasî vizyonumuzu gerçekleştirmek için büyük bir orduya, güçlü bir ordu için paraya, para için güvenebileceğimiz büyük bir sermayeye ihtiyacımız var. Bu alandaki en önemli müttefikleri ise silah ve petrol şirketleri. Amerika’nın 11 Eylül’den bu yana ‘terörle mücadele’ adına harcadığı 500 milyar dolar (ABD 11 Eylül 2001’den bu yana yılda yaklaşık 100 milyar dolar askerî harcama yapıyor) sizce nereye gitti? Modern tarih, silah sanayiinin kışkırttığı, finanse ettiği ve sonunda semeresini topladığı savaş örnekleriyle dolu. Kendisi de emperyal idealler taşımasına ve nükleer silah kullanımını desteklemesine rağmen bu tehlikenin farkında olan Amerikan Başkanı Eisenhower, 17 Ocak 1961 tarihli ünlü veda konuşmasında bu noktaya dikkat çekmiş ve Amerikan halkını -aslında siyasi elitini- uyarmıştı: “Devasa bir askerî yapılanma ile büyük silah sanayiinin bir araya gelmesi Amerikan tarihinde yeni bir olgudur ... Askerî-endüstriyel kompleksin haksız nüfuz elde etmesine ... devlet olarak karşı gelmeliyiz. Bu yersiz gücün yükseliş tehlikesi her zaman vardır ve var olmaya devam edecektir. Ordu ile sanayi arasındaki bu kombinasyonun özgürlüklerimiz ve demokratik süreçlerimizi tehdit etmesine asla göz yummamalıyız”. Bugün bu sözlere kulak veren kimse var mı?
Soyut düşman, irrasyonel aktör yanılgısı Öte yandan 11 Eylül sonrası Amerika, düşmanı soyut ve müphem bir kavram ve sembol olarak tanımlamak gibi büyük bir sorunla karşı karşıya bulunuyor. Düşmanı “bizim yaşam biçimimizden nefret eden zihniyet” olarak tanımladığınızda, neredeyse bütün dünyayı karşınıza almış oluyorsunuz. Düşman ilan ettiğiniz bu kişiler arasında sadece İslam dünyası, Rusya yahut Çin değil aynı zamanda pek çok Avrupalı ve Amerikalı da var. Amerikan dış politikasını, tüketim kültürünü, kapitalizmini, bireyciliğini, siyahlara yönelik ayrımcılığı, Mtv’leri, Madonna’ları, yani “Amerikan yaşam biçimi”ni eleştirme geleneği ne Usame bin Ladin’le ne de 11 Eylül’le başladı.Amerika’nın sorumsuz bir süper güç olmasının yaratacağı sorunlara pek çok kişi 70’li yıllardan beri dikkat çekmekteydi. Bugün Amerika’nın en önemli entelektüel sermayesi olan hür eleştiri ilkesi de 11 Eylül sonrası paranoyadan nasibini almış durumda. Nasıl İsrail’in yayılmacı politikalarını eleştirmek anti-semitizm olarak görülüyorsa Amerika’yı eleştirenler de vatansever olmamak yahut hain, işbirlikçi, terörist-sempatizanı vs. olmakla suçlanıyor. Düşmanı soyut bir zihniyet olarak tanımlamanın korku politikaları açısından önemli avantajları olabilir. Fakat inandırıcı bir güvenlik stratejisi açısından büyük sorunlar yarattığı gözden kaçırılıyor. Bugün Fransa’dan Endonezya’ya dünya kamuoyunun büyük çoğunluğu Amerika’nın terörle mücadele politikalarına inanmıyor. Londra’da önlendiği ileri sürülen uçak kaçırma eylemine verilen tepkiler bunu açıkça gösteriyor. Siyasî eğilimi, ırkı ve milliyeti ne olursa olsun insanlar bunun artık incelik ve profesyonelliğini de yitiren bir siyasî oyun olduğunu düşünüyor. Soyut düşman tanımlamasının bir diğer ayağı, irrasyonel siyasî aktör teorisi. Bu teoriyi benimseyen Pentagon stratejistleri, Usame bin Ladin ve el-Kaide’yi ‘aklını kaçırmış teröristler’ olarak tanımlıyor. Bu yaklaşıma göre gözü dönmüş bu tür insanlara rasyonel muamele yapılamaz. Çünkü onların makul ölçüler içerisinde hareket etmeleri ve dolayısıyla eylemlerinin önceden tahmin edilebilmesi mümkün değildir. Dahası bu aktörler somut çıkarların peşinde koşmamakta, birtakım ideolojik ön kabullerini hayata geçirmeye çalışmaktalar. İnandıkları dava için hayatlarını vermeyi göze almaları bu irrasyonelliğin bir tezahürü. Sonuç olarak irrasyonel aktörler makul ölçülerin dışında tedbirlerin alınmasını gerektirir. El-Kaide terörizmi Amerikan politikalarından bağımsız bir düşman zihniyete dayandığı için, yapılması gereken oka mızrakla karşılık vermek ve bu örgütleri ve dayandığı zihniyeti kaba kuvvetle ortadan kaldırmaktır. Bunun için Irak’ta 100 binin üzerinde insanın ölmesi, Afganistan, Lübnan ve Filistin’in yerle bir edilmesi gerekiyorsa bunu da “kaçınılmaz hasar” olarak kabul etmek gerekir.
Fakat son beş yıldır uygulamaya konan bu irrasyonel aktör teorisi de iflas etmiş durumda. Çünkü Usame bin Ladin’in hiç de sanıldığı gibi Afganistan dağlarında bir mağaraya sıkışıp kalmış bir çöl bedevisi olmadığını artık herkes biliyor. Medyayı ustalıkla kullanan, siyasî söylemini sürekli geliştiren, bir şey yapmaktan çok bir şey yapabileceği izlenimi vererek düşmanını korkuya boğan bir aktör var karşımızda. Bunca aklî hesabı ve planlamayı irrasyonellik olarak tanımlayıp daha fazla tank ve tüfeğe sarılmak ne kadar makul bir davranıştır? Bu yaklaşımın arkasında, Bush yönetiminin yüzleşmekten ısrarla kaçtığı bir soru var: 11 Eylül saldırılarının gerçek sebebi. 11 Eylül’ün beşinci yılında yapılacak samimi ve dürüst bir muhasebe, sorunun bir grup teröristin irrasyonel inançlarından, tahrif edilmiş din anlayışından, petrol zengini Arapların kültürel geri kalmışlığından, Amerika’ya duyulan kıskançlıktan, vs. kaynaklanmadığını ortaya koyacaktır. Böyle bir muhasebe dünyada her etkinin tepki yarattığı ilkesini bizlere yeniden hatırlatacak ve sorumsuzca ve hoyratça kullanılan her gücün hesaba katılmamış sonuçlarının olacağını kabul edecektir. 11 Eylül’ün hepimize öğrettiği bir ders varsa, o da bu dünyada hiç kimsenin tek başına bir güç merkezi olamayacağıdır. Adil, katılımcı ve barışçıl bir küresel düzen, herkesin eşit muamele gördüğü bir düzendir. Aksini arzu edenlerin ne büyük bedeller ödemek zorunda kaldığını gördük, görüyoruz. Yeni 11 Eylül’lerin yaşanmaması için daha fazla kitle imha silahlarına, yani silah şirketlerine, yeni savaşlara ve işgallere değil, vicdanın yön verdiği bir rasyonaliteye ihtiyacımız var.