Türkiye’de yönetim sistemini kapsamlı bir şekilde dönüştüren 16 Nisan anayasa referandumu süreci, değişikliklerin kabul edilmesi ile neticelendi. Bu referandum Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne geçişi düzenleyen sınırlı bir değişimdi ancak referandum Batı’da Cumhurbaşkanı Erdoğan için bir güven oylaması olarak sunulmaya çalışıldı. Avrupa medyası ve siyasetçileri bu konuda açık bir tavırla ‘hayır’ kampanyasına destek verdi. Türkiye’de mevcut hükümet ile ilişkilerin bozulmasını göze almak pahasına ‘evet’ kampanyasını yürüten siyasetçilerin Avrupa’daki Türk vatandaşlarına yönelik kampanyalarını engellediler. Türkiye AB ilişkilerinde, AB’nin iç siyasi tartışmalarının da etkisiyle tarihinin en çalkantılı dönemlerinden birini yaşamakta. Referandum süreci sona erdi ancak Avrupa ile ilişkilerin yeniden düzenlenmesi Türkiye’nin öncelikli konularından biri olarak durmaktadır. Üstelik bu ilişkinin Türkiye’deki muhatabı olan hükümet, haklı gerekçelerle bu konuda fazla bir iştiyaka sahip değildir.
Avrupa’nın Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti Hükümeti ile yaşamakta olduğu sorunlar son referandum süreci ile sınırlı değildir. Avrupa kurumları oyun bozanlık yaparak Türkiye’ye karşı geri kabul anlaşmasının gerektirdiği taahhütleri yerine getirmemeyi tercih etmekte. AB’nin 15 Temmuz başarısız darbe girişimi sonrası tavrı ise bu hain girişimin başarısız olmasından duyulan derin hayal kırıklığı psikolojini yansıtmaktaydı. Zira Avrupalı siyasetçiler darbenin basın ayağına yönelik operasyonlar ve darbecilerin tasfiyesi ile daha çok ilgilenmekte. Alman istihbarat teşkilatı BND’nin başkanı Bruno Kahl ise bütün yerleşik teamülleri ihlal ederek 15 Temmuz darbe girişimi ile ilgili Fetullah Gülen’i temize çıkarmaya çalışan bir açıklama yapmıştır. Avrupa’nın bazı ülkeleri Türkiye’yi tehdit eden terör örgütlerine açık şekilde destek vererek bu örgütleri doğrudan destekleme konusunda da bir beis görmemektedir. Yakın bir zamana kadar Türk toplumunun büyük bir kısmının üyesi olma konusunda ciddi bir destek verdiği AB ile ilişkiler konusunda bu noktaya gelinmiş olması oldukça düşündürücüdür.
Türkiye ile AB ilişkileri geçmişi incelendiğinde, AB’nin ve AB üyesi ülkelerin belki de tarihinin hiçbir döneminde bir ülkenin iç siyasetinde bu kadar açık ve militanca bir tavırla pozisyon aldığı görülmemiştir. AB, Türkiye’yi hedef alan terör örgütleri ve muhalefete, Avrupa’nın bütün platformlarını açmış ve her türlü kaynağını seferber etmiştir. Avrupa basını ise kendileri açısından bu denli merkezi bir konu olmayan referandumu son derece militanca bir tavırla işlemiştir. Bu yaklaşımları ile Avrupa’da yaşayan ve aynı zamanda kendi vatandaşları olan Türkler üzerinde baskı oluşturmaya çalışmışlardır. Bu baskı büyük ölçüde geri tepmiştir ve Türklerin çoğunluğu referandumda Avrupa ülkelerinin tarafı olduğu pozisyonun karşısında tavır belirlemiştir.
Türkiye-AB ilişkilerinin halen devam etmekte olan böylesi bir türbülans neticesinde yeniden rasyonel bir zemine oturtulması Türkiye açısından öncelikli konuların başında gelmektedir. AB Türkiye’nin en önemli ticari partneridir ve bu yönü ile Türk ekonomisi açısından vazgeçilmezdir ancak siyasi konulardaki sürmekte olan ihtilaflar dostluk sınırları içinde ele alınamaz. Türkiye’nin NATO’da müttefiki olan Avrupalı ülkelerin ise, Türkiye’nin karşılaşabileceği tehditler karşısında taahhütlerine ne ölçüde bağlı kalacaklarına dair ciddi soru işaretleri oluşmuştur. Trump yönetiminin Avrupa güvenliğinin maliyetini üstlenme konusundaki isteksizliği ve Rusya’nın son dönemde Avrupa güvenliğini tehdit eden hamleleri Avrupa açısından da tehditler oluşturmaktadır. Bu tehditler Türkiye ve Avrupa açısından ortaklık noktaları oluşturmaktadır ancak Avrupalı siyasetçilerin stratejik miyopluğu sıhhatli bir işbirliğini imkansız kılmaktadır.
TÜRKİYE’NİN SEÇENEKLERİ
Türkiye, Avrupa ile siyasi ve güvenlik konusundaki ilişkilerini kapsamlı bir şekilde ele alarak yeniden yönetilebilir bir şekle sokmak durumundadır. Bu konuda da önünde üç temel seçenek bulunmaktadır. Bu seçeneklerden ilki yaşanan iniş çıkışlı ilişkiyi mevcut muğlak hali ile sürdürmek ve ilişkiyi akışına bırakmaktır. İkinci seçenek AB tam üyelik sürecinde bir kopuş veya dondurma seçeneği olacaktır. Üçüncü seçenek ise Avrupa ülkeleri ile ilişkileri AB ile ilişkilerden farklılaştırmak ve ikili ilişkilere yeniden ağırlık kazandırmak olacaktır. AB tam üyelik müzakere sürecini sürdürmekle beraber Avrupa’da bazı ülkelerle ilişkileri yoğunlaştırırken, Türkiye’ye karşı hasmane politikalar benimseyen ülkelerle mütekabiliyet esasına göre ilişkileri düzenlemek.
Bu seçenekler arasından benimsenecek olan yaklaşım sadece Türkiye’nin tavrına bağlı değildir. AB’nin Türkiye’ye dair tavrında yakın dönemde yapısal bir iyileşme ve açılım beklenmemektedir. Öte yandan AB ile yapısal bir kopuş Türkiye’yi kısa vadede ekonomik açıdan sarsacaktır. Bu nedenle ikinci seçenek Türkiye açısından kısa vadede maliyetli olabilir.
Almanya’nın ve AB kurumlarının yakın vadede Türkiye’ye yaklaşımında radikal bir değişim beklenmediği için ilk seçeneği tercih etmek sadece mevcut türbülansın devamı anlamına gelecektir. Bu iniş çıkışlı ilişki, taraflar açısından da risklerle doludur bu nedenle statükonun devamı öncelikli tercih olamaz. Öte yandan yakın dönemde Avrupa ülkelerinin iç siyasi dinamikleri incelendiğinde 2017 yılının Türkiye ilişkiler açısından pek de ümit vadetmeyen bir dönem olduğu iddia edilebilir. Bunun temel nedeni ise Avrupa’da önümüzdeki dönemde yaşanacak olan seçimlerdir. Avrupa’da 2017 sonuna kadar Almanya, Fransa, İngiltere, Danimarka, Norveç, Portekiz ve İtalya gibi merkezi ülkelerde seçimler yapılacaktır. Yabancılar, göç, ekonomik durağanlık ve İslamofobi gibi konular bütün bu seçimlerde öncelikli tartışma konusu olacaktır. Özellikle birliğe üye ülkelerde Türkiye’nin tam üyelik müzakerelerine dair tartışmalar seçim sürecindeki başlıklardan biri olacaktır. Yükselen popülist akımların da etkisi ile adayların Türkiye karşıtlığı konusunda birbirleri ile yarıştıklarını görmek şaşırtıcı olmayacaktır. Türkiye’nin AB ile ilişkilerini rasyonel bir müzakere zemininde sürdürebilmesi için en azından bu seçim dalgasının geçmesini beklemesi daha doğru olacaktır.
AB’Yİ PARANTEZE ALMAK...
Türkiye’nin ticari ilişkilerinin yoğun olduğu ve siyasi konularda belirli ortaklıkları yürüttüğü Avrupa ülkeleri ile ikili ilişkilerini ortak çıkarlar zemininde sürdürmesi daha gerçekçi bir yaklaşım olacaktır. Nitekim Brexit kararı sonrası İngiltere ile ilişkilerde yaşanan olumlu momentum bir örnek teşkil etmektedir. Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerini kategorik olarak ayrıştırıp verimli ve öncelikli olan yoldan devam etmek; faydasına olmayacak alanlarda ise patinaj çekmemek ve kısır tartışmalara girmemek daha tercih edilir bir seçenektir. AB kurumları ile verimsiz ilişkileri paranteze alarak ikili ilişkilere ağırlık vermek Türkiye açısından daha stratejik bir tercih olacaktır.
Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde yaşamış olduğu sıkıntılar büyük ölçüde AB’nin ve etkili Avrupa ülkelerinin kendi içlerinde yaşamakta oldukları siyasi, ekonomik ve toplumsal sıkıntılarla ve kırılmalarla ilintilidir. İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan liberal ana akım siyaset ve bugün için rekabetçi olmakta zorlanan ekonomik yapı AB üyesi ülkeleri içeriden zorlamaktadır. Türkiye aday statüsünde olan ülke olduğu için AB ile eşitsiz bir ilişki sürdürmektedir. Bu eşitsiz ilişki Türkiye’deki mevcut hükümetin aleyhine olacak şekilde manivela olarak kullanılmaktadır. Türkiye hem ekonomi olarak hem de bölgesel siyasi etki olarak 10 yıl önceye göre daha etkili bir konuma gelmiştir. Ancak bu artan etkinin aksine AB kurumları içerisindeki muhataplarınca baskılanmaktadır.
Almanya’nın nüfuz alanında bulunan Avusturya, Hollanda ve Belçika AB kurumlarını da kullanarak Türkiye’yi kategorik olarak dışlamaktadır. Bu ülkelerle siyasi ilişkileri asgari düzeyde tutmak ve özellikle Akdeniz hattındaki ülkeleri önceleyecek şekilde ilişkileri kademeli olarak iyileştirmek Türkiye açısından daha avantajlı bir senaryo olacaktır. Bu ülkelerin ticaret, güvenlik ve yasadışı göç ile mücadele konularında Türkiye ile ilişkilerini yoğunlaştırmaları aynı zamanda kendi çıkarlarına da katkı sağlayacaktır. Almanya’nın AB içinde mali ve siyasi konularda artan etkinliği, birliğin diğer üyelerini de kaygılandırmaktadır. Brexit kararı sonrası Almanya’nın, birlik içerisindeki etkisini dengelemek daha da zor hale gelmiştir ve bu bazı birlik üyelerin kaygılarını artırmıştır. Aynı üyeler Türkiye’nin birlik üyesi olarak oynayabileceği muhtemel rollerden de kaygı duymaktadırlar. Türkiye böylesi bir siyasi ortamda AB’ye tam üyelik perspektifinden kopmaksızın belirli birlik üyeleri ile ilişkilerin kademeli olarak geliştirmek durumundadır. Avrupa açısından güvenlik, göç ve terörle mücadele konuları, Türkiye açısından ise ekonomi ve bölgesel güvenlik konularında işbirliğine öncelik verilmelidir.
AB ile mevcut statükonun devamı Türkiye açısından tatmin edici bir çerçeve değildir ve bu ilişki biçimi Türkiye’nin aleyhine işlemektedir. Avrupa uzun zamandır Türkiye’ye havuç sunamamakta fakat sopayı mümkün olduğunca Türkiye’nin üzerinde hissettirmektedir. Gelinen noktada AB stratejisi ile Avrupa stratejisini yapısal bir şekilde farklılaştırmak en gerçekçi ilişki yaklaşımı olacaktır. Avrupalı ülkelerle ikili ilişkilere yapıcı etkileşim imkanlarına ağırlık vermek ve AB kurumları ile iyi niyet ve mütekabiliyet ekseninde orantılı ilişki kurmak Türkiye’yi yıpratıcı beklentilerin baskısından koruyacaktır. Avrupa ise önümüzdeki dönemde jeopolitik ve ekonomik meydan okumalarla karşı karşıyadır. Bu meydan okumaların üstesinden gelme gayreti Türkiye ile daha somut ve işbirlikçi bir ilişki biçiminin önünü açabilir.
[Star Açık Görüş, 23 Nisan 2017].