Geçtiğimiz yıl ortaya çıkan sözde mülteci krizinde AB üyesi ülkeler, mülteciler ile ilgili imza attıkları bütün anlaşmaları ve AB dayanışma ruhunu çöpe atarak mültecileri Avrupa'ya sokmamak üzere politikalar geliştirdiler ve bir ateş topuna çevirdikleri sorunu birbirlerinin üzerine yıkmaya çalıştılar.
Sorunun bu şekilde çözülemeyeceğinin anlaşıldığı noktada ise Türkiye'ye yanaşarak vize muafiyeti vaat ederek çözüm yoluna gittiler. Geçen sene AB liderlerinin ve Merkel'in Türkiye'ye yaptıkları seyahatlerin sayısı göz önüne alınırsa kimin talep eden ve zor durumda olan taraf olduğu anlaşılacaktır.
Gelinen noktada AB geçmişte birçok örneğine rastladığımız gibi Türkiye'ye çifte standartlar dayatmaktadır. Bir taraftan Fransa, İngiltere, Belçika gibi birçok ülke terörizmle mücadele adına terör yasalarını sıkılaştırırken, diğer taraftan Türkiye'den terör yasalarını yumuşatması istenmektedir. Bu konuda ortaya birçok örnek konulabilir. Sadece geçen sene yaşadığımız bazı olaylara bakmak bile bize yeterli fikir vermektedir.
Örneğin salı günü Münih'te yapılan ve bir kişinin öldüğü, beş kişinin yaralandığı bir saldırının hemen arkasından soruşturmanın selameti açısından savcılık yayın yasağı getirirken, Türkiye'de onlarca insanın öldüğü büyük terör katliamlarının ardından savcılığın yayın yasağı getirmesi basın özgürlüğüne darbe olarak yansıtılmaktadır.
Yine Almanya'da 2015'in Temmuz ayında iç istihbarat örgütünün gizli belgelerini yayımladıkları gerekçesiyle 2 gazeteci hakkında vatana ihanet suçlamasıyla soruşturma başlatılırken, MİT TIR'larına yönelik cemaatin yönettiği operasyonun görüntülerini yayın yasağı olmasına rağmen yayınlayan ve bunu yaparken de iddianamede yer almamasına rağmen "MİT'in IŞİD'e bomba ve eleman taşıdığını belgeledik, suçlu ilan edildik." diyerek alenen yalan söyleyen ve casusluk faaliyeti yapan Can Dündar, demokrasi kahramanı ilan edilmektedir. İşin komik tarafı; Can Dündar'a destek vermek amacıyla, gazetecileri vatana ihanetle yargılayan Almanya'nın büyükelçisi ile radikalizmi engelleme yasalarıyla bütün öğretmenleri, doktorları, imamları bir muhbir haline getiren Büyük Britanya büyükelçisi mahkeme salonunda boy göstermektedirler.
Yine aynı İngiltere'de doktora tezi için üniversite bilgisayarlarından El-Kaide ile ilgili dokümanlar indiren öğrenci yaka paça gözaltına alınarak yargılanırken, onbinlerce sivilin, askerin, polisin ölümünden sorumlu olan bir terör örgütünü aklayarak bütün suçu devlete yıkan bir basın bildirisine imza atan güya "akademisyenler" hakkında soruşturma açılması demokrasiye darbe olarak nitelendirilmektedir. Burada sorulması gereken şey basittir: Paris'te yaşanan kanlı saldırılar sonrasında yüzlerce akademisyenin Fransa'yı İslam dünyasında takip ettiği "savaş politikalarından" vazgeçmeye çağıran bir bildiri yayımladığını tahayyül edebiliyor muyuz?
Ayrıca güya terörizme savaş açmış olan AB, PKK'yı terör örgütü olarak tanımlamasına rağmen PKK'ya bağlı yüzlerce dernek Avrupa ülkelerinde bağış ve haraç toplayarak terörizmi finanse etmekte, örgüte militan kazandırmakta ve KCK'nın liderleri Avrupa'da serbestçe dolaşmaktadır. Bu tavrıyla AB bize aslında PKK'yı kerhen bir terör örgütü olarak nitelendirdiğini göstermektedir.
Kendi güvenlikleri söz konusu olduğunda gerekli her türlü önlemi alan ve medya özgürlüğü, insan hakları gibi meseleleri araçsallaştırarak Türkiye'yi müzakere masasında köşeye sıkıştırmak isteyen AB üyesi devletler ile iç politikada hükümete yüklenmek isteyen muhalif kesimlerin çıkarlarının kesiştiği gayet açıktır ve mızrak artık çuvala sığmamaktadır.
AB geçmişte birçok örneğine rastladığımız gibi Türkiye'ye çifte standartlar dayatmaktadır. Fransa, İngiltere, Belçika gibi birçok ülke terörizmle mücadele adına terör yasalarını sıkılaştırırken, Türkiye'den terör yasalarını yumuşatması istenmektedir.
[Zaman, 12 Mayıs 2016].