İnsanoğlu en büyük medeniyetlerin de en vahşi katliamların da sahibidir. Öyle anlar vardır ki uluslararası hukukun ve örgütlerin buharlaştığını görürüz.
Güçlü olan hukuku hiçe saydığında uluslararası toplumun vicdanı kanar. Bosna'dan Ruanda'ya ve bugün Şucaiyye'ye kadar yaşanan katliamlara sessiz kalarak adalet duygumuzu yitirmekteyiz. Ancak katliamlar dünyanın önde gelen ülkelerince "savunma hakkı" diye savunulduğunda yaralanan, örselenen insanlığımızdır.
İsrail'in Gazze'de 433 Filistinliyi şehit etmesi, 4 bin kişiyi yaralaması ve en son Şucaiyye Katliamı ile bölgemiz bir kez daha, büyük güçlerin umarsızlığına tanık olmaktadır. Dünyada barış içinde birlikte yaşamanın zeminini ortadan kaldıran ve nefretin tohumlarını serpen işte bu umarsızlıktır.
Modern dönemde bunu en çok iki Dünya Savaşı sırasında toplu halde yaşadı insanlık. Bu itibarla medeniyet binasına çok sayıda tuğla koyan Batılı devletler aynı zamanda barbarlığın müzesinde de birçok anıtın yaratıcısıdır.
Mevcut dünya düzeninin banisi olan Batı, Osmanlı devletini parçalayarak modern Ortadoğu'yu kurdu ve kısa süre sonra da İsrail'i bölgenin kalbine yerleştirdi. O günden bu güne bölge düzen ve huzur görmedi.
İsrail'in kurulmasının yarattığı travma, Arap ve Müslüman dünyada hem seküler milliyetçiliklerin hem İslamcılığın yükselişinde etkili oldu. Baasçılık da İran Devrimi de İsrail tehlikesini kendilerini meşrulaştırmakta kullandı.
Otoriter rejimler için İsrail'le mücadele, halkların demokrasi taleplerini baskılamanın bir mazeretiydi. Bu yönüyle Ortadoğu'da bir düzenin kurulamamasının en önemli sebebi İsrail'in durdurulamayan yayılmacılığıdır.
Aslında İsrail, uluslararası sistemde hep ayrıcalıklı bir yere sahip olmuştur. Önce Britanya'nın sonra ABD'nin himayesinde kurulduğu tarihten itibaren saldırgan yayılmacılığına devam etti. Uluslararası örgütlerin kararları ile kendini bağlı hissetmeyen bir pozisyonda oldu. Nükleer silah sahibi olurken de Batı Şeria ve Gazze'de "yerleşimci işgaline" devam ederken de dizginlenmedi.
Arap Baharı'nın ilk baştaki demokratikleşme dalgasından çekinen ancak sonrasındaki kaosu en iyi değerlendiren ülke İsrail oldu. Suriye iç savaşını, Irak'taki mezhep savaşını büyük ölçüde sessiz kalarak karşıladı.
Müslüman Kardeşler'in Mısır'da devrilmesi ve bölgesel güçlerin rekabeti İsrail'in menfaatlerine katkıda bulundu.
Ortadoğu'da bölgesel güçler milli çıkarlarını mezhepçilik üzerinden meşrulaştırarak yeni fay hatları yaratırken İsrail, üç vatandaşının öldürülmesini bahane yaparak Gazze'de geniş çaplı bir operasyona girişti.
Bölgedeki güçler "medeniyet içi" kavgalarını derinleştirdikçe İsrail üzerinde bir baskı hissetmeyecektir. Uluslararası sistemin başat güçleri İsrail'e "haylaz evlat" muamelesi ile göz yumacağına göre Müslüman dünyanın ne tepki vereceği önemli olmaktadır.
Başbakan Erdoğan'ın "Ey İslam dünyası nerdesin?" şeklindeki feryadına eşlik eden sitemi çarpıcıdır: "Sen Batı'yı bırak. Filistin'de bir mezhep çatışması olmadığı için İslam dünyasının dikkatini çekmiyor. Filistin'de bizim öz kardeşlerimiz ölüyor. Müslümanların şerefi ölüyor."
Bu sitemin altında acı veren bir eleştiri var aslında. Erdoğan, İran ve Suudi Arabistan gibi bölgesel güçlerin rekabetinin Ortadoğu'ya getirdiği kaosa işaret etmekte.
Daha da acısı şudur: Sormak lazım, "İslam Dünyası" denilen şey gerçekten nedir? Kendi geleceğine sahip çıkamayan ve sorunlarını çözmeyen Müslüman ülkeleri "İslam dünyası" diye nitelemek bile ne kadar doğru?
Filistin gibi tüm Müslümanların ortak davası olan bir konuda İsrail'i durduracak bir uluslararası kamuoyu yaratamayan topluluğa "İslam dünyası" denilebilir mi?
Elbette hayır...