Geride bıraktığımız iki yıl boyunca Suriye’deki savaş bütün hızıyla sürerken, çatışmanın tarafları askeri girişimlerle sonuç alınamayacağı ve diplomatik çözüm için gayret edilmesi gerektiğine dair resmi söylemler geliştirdi. Ancak Moskova’nın “barışçıl” söyleminin Esad rejiminin sivil halka karşı kimyasal silah kullanmasından sonra gündeme gelen ABD liderliğindeki bir uluslararası müdahaleyi engelleyip kendisi devreye girebilmek için zaman kazanma amacına yönelik olduğu artık anlaşıldı. Zira Kırım’ı ilhakının ardından Batı’nın ekonomik yaptırımlarıyla ve küresel piyasalarda petrol fiyatlarının düşmesi ile iyice köşeye sıkışan Putin’in küresel hırsları açısından Suriye savaşının tırmandırılması bir prestij meselesiydi.
İçerideki sıkıntılarını bastıracak bir dış politika başarısına ihtiyaç duyan Moskova için Türkiye ile yaşanan uçak krizi, Suriye’deki askeri varlığını perçinlemek ve tansiyonu artırmak için bir fırsattı. Esad rejimi, İran ve PYD ortaklığında yeni bir taarruz hareketi başlatan Rusya, küresel rakipleri çekingen davranınca kısa zamanda alandaki gelişmeleri yönlendiren baş aktör haline geldi. ABD yönetiminin Suriye’nin geleceği ile ilgili kapsamlı bir stratejiyi hayata geçirmek için inisiyatif almaktan kaçınması ve AB’nin mülteci meseleleri dışında Suriye krizine müdahil olmak istememesi bunda önemli rol oynadı.
Batı, İran ile yapılan anlaşmada olduğu gibi Suriye konusunda da Rusya’yı doğrudan karşısına almadan yönetişim sistemine dâhil etme yaklaşımı izlediği için uluslararası hukuku çiğneyen oldubittilere sessiz kalıyor. DAEŞ’le mücadele perdesi altında Moskova ve Washington’ın PYD’yi kara gücü olarak aktif biçimde desteklemeleri ise Suriye’de koordineli bir stratejinin uygulandığı algısını güçlendiriyor. Sergei Lavrov küresel bir diplomasi turu ile yönetimine zaman kazandırırken, Rus savaş uçaklarının alandaki güç dengesini rejim ve PYD güçleri lehine değiştirmek için hava saldırılarına devam etmesi şaşırtıcı değil. Medvedev’in "dünya savaş" tehdidi ile küresel toplumu tedirgin etmeye çalışması ve Sudi Arabistaan ile Türkiye gibi bölge güçlerini Suriye denklemi dışında tutma isteği, stratejinin diğer bir yanını oluşturuyor.
DAEŞ’le mücadele iddiasıyla ılımlı muhalefet kontrolündeki bölgeleri ve sivil yerleşim alanlarını bombalayan Rusya, ABD ve Batı’ya askeri riskleri almaya hazır olduğuna dair mesaj verip Obama yönetiminin kararsızlığının doğurduğu liderlik boşluğunu dolduruyor. Diğer taraftan, son Halep saldırısının da gösterdiği gibi, devasa bir mülteci akınını tetikleyerek Türkiye’yi ve Avrupa’yı sosyoekonomik açıdan zorlamak, baskı altına almak ve cezalandırmak istiyor. Kürt sorununu da PKK ile kaşıyarak Türkiye’nin iç sorunlarına odaklanmasını ve Suriye denkleminden tamamen dışlanmasını sağlamayı hedefliyor.
Başbakan Davutoğlu’nun Kiev ziyaretinde vurguladığı gibi, Rusya’nın BM Güvenlik Konseyi’ndeki veto gücüne dayanarak Ukrayna’da ve Suriye’de uluslararası hukuku hiçe sayan girişimlerde bulunması, ekonomik durumu gitgide kötüleşirken uzun vadede sürdürülebilir bir tavır değil. Ayrıca YPG’nin Rusya, ABD ve Esad rejimi tarafından silah, mühimmat, istihbarat ve hava desteği ile korunuyor olması da Türkiye’nin çaresiz olduğu anlamına gelmiyor. Azez’in düşmesi ve Halep koridorunun kapanmasını önlemek üzere alınan inisiyatif, Putin’e Suriye’deki oyun planını uygularken Ankara’nın hassasiyetlerini göz önüne almak zorunda olduğunu hatırlatmış olmalı.
[Bugün, 17 Şubat 2016]