Kapıyı çalan postacıydı. Her gün zilimizi çalardı ancak bu kez aradığı isim, annem ya da babam değildi. Uzattığı zarfın üzerindeki ibareden, benim adıma bir teslimat olduğu anlaşılıyordu. Benim kadar, o da garipsemişti durumu. “Bu çocuğa özel ne postası” diyordu sanki yüz ifadesi.
Postacının merakına kapıyı kapamamla, zarfı açmam bir oldu. Gelen, ana muhalefet partisi lideri Mesut Yılmaz ve eşinden, üniversite sınav sonucuma ilişkin bir tebrik mektubu idi. Ülkenin başarılı gençlerle ilerleyeceği cinsinden mesajlar… Henüz 16 yaşında umut dolu bir çocuk olarak, böyle bir takdir almak açıkçası mutlu etmişti. Bir nevi hayata henüz adım atacak bir genç için, hoş bir jestti. Ancak ne kadar samimiydi derseniz, sanırım o an onu düşünemeyecek kadar heyecanlı ve naiftim. Samimiyeti test etme şansım, ancak birkaç yıl sonra doğacaktı.
Nitekim 28 Şubat süreci gelip çattığında, o postanın verdiği sevinç, bende yerini üzüntü ve sorgulamalara bırakacaktı. Mektuptaki eski imzanın sahibi yeni dönemin Başbakanı, benim İmam-Hatip mezunu ya da başörtülü olduğumu bilse, o mektubu göndertir miydi diye kendime sormaya başlayacaktım. Ya da tebrikinde samimi ise, “insanın” değerini gerçekten bilip önemsiyor ise, onu inancıyla sınıflandırıp toplumdan dışlamazdı diyecektim. Zira gün gelecek, o imzayı atan elin sahibinin ve ortaklarının, adlı adınca “yarasaların karanlıklarına gömdüğü” gruba, haliyle ben de dâhil olacaktım.
Ve uzun süre çekmecemde misafir ettiğim o zarfı, o gün yırtıp atacaktım.
DAVUTOĞLU ZİYARETİ
Daha önce bu sayfada tam bir köşe ayırarak eski yaralara tuz bastığım 28 Şubat zulmünden bahsetmek değil bugün niyetim. O halde nerden çıktı geldi bu anı? O günden bugüne vardığımız noktada, liderlikteki bir temel esasın nasıl değişim gösterdiğini düşünürken çıktı geldi. Şöyle ki:
Geçtiğimiz Pazar akşamı Başbakan Ahmet Davutoğlu, biz Yeni Şafak yazarlarıyla bir araya geldi. Haliyle de, açılan ilk konu, kendisinin Yeni Şafak'taki eski yazarlık günleri oldu.
Bizlerin öğrenciler ve yeni mezunlar olarak sıkıntı çektiğimiz o dönemde, kendisinin de bir akademisyen olarak farklı boyutlarda adaletsizliklere maruz kaldığına vardı, bir ara konu. Örneğin, bahsi geçen “yarasalar ve karanlıklar” söylemine ilişkin olarak kendisinin Yeni Şafak'ta kaleme aldığı tepkisel yazı, malum kesimlerce pek sürpriz olmayan bir tepkiyle anında cevaplanmıştı.
İşte Pazar akşamı Ahmet Hoca'yı bu minvalde dinlerken, bir ara ben de o günlere gittim. 1000 yıl süremese de, yayılan etkileriyle birlikte epeyce uzun süren dönemde; yetişmiş, yetişen ve yetişecek nice insan ne de kolay harcanmıştı... O yıllarda dev bir sermayeyi harcayanlar, düzgün niyet ve/veya argümanlarla hareket edemeyenlerdi. Toplumun koskoca bir masum kesimi toplumdan dışlanırken, o ülkeden geriye ne kalıyordu? Onların göremediği koskoca bir boşluk…
ENTELEKTÜEL HAZİNE
Kanaatimce o gün o boşluğu yaratan, aslında en temelde, ideolojilerin de ötesinde bir başka esaslı boşluğun ta kendisiydi. O günkü temel eksik, ülkeyi idare ede(meye)nlerin sahip olmadığı ya da -en hafif ifadeyle- sergileyemediği “insaniyet” boşluğuydu. Ve “insan” kavramına değer vermeyenler, onunla var olan topluma nasıl bir değer verebilir, milli bir dayanışmayı nasıl sağlayabilirdi? Entelektüel derinlik ve çeşitliliği korumayı görev bilip, ülkeyi güçlü ve kapsayıcı bir şekilde nasıl kalkındırabilirdi?
İşte Pazar akşamı Ahmet Hoca'yı dinlerken, zihnimde ön plana çıkanlar bunlar oldu. Zira duyduklarımla yorumladıklarım; düne, bugüne ve geleceğe dair sahnede “insanı” ve “bilgiyi” önceleyen söylemlerdi.
Ve o akşam bende bu düşünceleri canlandıran şahsiyetin, bu ülkenin bugünkü gençlerinin Başbakanı olmasından mutluluk duydum. Zira mesleğim nedeniyle, meraklarına, sorgularına, heyecanlarına, ışıldayan gözlerine sıkça ve yakinen şahit olduğum bugünün özgür gençlerinin, bu iki mefhumun önemini bilip hissetmeye ve geleceği bununla inşa etmeye dehşet ihtiyacı olduğunu iyi bilmekteyim.
Ve bu bağlamda, daha önce de kaleme aldığım üzere, Türkiye'nin bu her iki ayakta da bir yükselişe geçmesinin, yeni dönem politikalarının başında gelmesi gerektiği kanaatindeyim. Nitekim kapsayıcı kalitede bir toplum ve refah için almamız gereken daha çok yol var.
EVRENSEL MANİFESTO
Ve son günlerde epeyce konuştuğumuz üzere; asırların değiştiremeyeceği cinsten bir kanun olarak, insana değer vermeyenler ile şahsi menfaat veya ideolojik intikam peşinde olanlar, elbette ki bu ülkede halen bolca mevcut. İşte buna karşılık olarak ise, ülkenin geleceğine samimiyetle inanan ve en azından inanmak isteyen kesimin, elinden düşürmemesi gereken o iki anahtar var. İnsana ve bilgiye yüksek düzeyde saygı duyup kıymet verenlerle yola devam etmekten başka da şansımız yok.
Ve tam bu noktada yazımı, bir zamanlar insan haklarına dair çalışmaları ile Nobel alan meşhur filozof Bertrand Russell'in, zaman ve diyar tanımayan sözleriyle bitirmek isterim.
“Çoğumuz duygularımız söz konusu olduğunda tarafsız değiliz ancak, insan evladı olarak hatırlamalıyız ki…” diye başlayan ifadeleri hızla aşıp sadede geleyim:
“…İşte tam önümüzde duruyor. Tabii eğer seçersek: Mutlulukta, bilgide ve ilimde sürekli ilerlemek… Peki, biz bunu değil de, yok olmayı mı seçeceğiz? Sırf kavgalarımızı unutamadığımız için? İnsanlara, bir(er) insan olarak çağrıda bulunuyoru(m/z): İnsaniyetinizi hatırlayın ve gerisini unutun. Unutun gitsin!”.
Einstein'ın da ölümünden hemen önce imzaladığı kitle imha silahları karşıtı o ünlü evrensel manifestodan çektiğim bu alıntıdaki her bir cümle, 60 yıl sonra bugün, her tür silahın yoğun bir şekilde doğrultulduğu Türkiye'mize gelsin.
Seçim, bizlerin… Kayıtsız kalmayalım.
[Yeni Şafak, 27 Ekim 2015]