DÜNYA yeni bir düzenin kurulma sancılarını çekiyor. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından tasfiye edilen klasik imparatorlukların yol açtığı iktidar boşluğu kendini İkinci Dünya Savaşı’nda gösterdi. Bu savaşın ardından ortaya çıkan güç boşlukları ise Soğuk Savaş şeklinde tarif edilen nispi denge ile dolduruldu.
Ancak Soğuk Savaş’ı mümkün kılan bloklar arası dengenin SSCB’nin tasfiyesiyle sona ermesi, yeni ve doldurulması daha zor bir boşluğun oluşmasına yol açtı. 1989 sonrası etnik çatışmalar ve yeni milliyetçilikler ile ortaya çıkan bu çalkantılı süreç, tek kutuplu bir dünyanın, yani tek egemen ABD’nin düzen koyma çabasıyla bugüne kadar geldi. Bill Clinton dönemiyle birlikte tek kutuplu ancak Bosna, Kosova ve Somali müdahalelerinde görüldüğü üzere insani müdahale ve uluslararası meşruiyeti öne çıkaran ABD küresel siyaseti, 2000 yılında George W. Bush’un iktidara gelmesiyle diğer küresel aktörlerle müzakere yollarını kapatarak, tam anlamıyla tek kutupluluğun hükümferma olduğu bir sürece yol açtı. İlk süreci başlatan olay Berlin Duvarı’nın yıkılması iken Bush dönemini belirleyen olay ise 11 Eylül oldu. Clinton dönemine damga vuran siyasi stratejiler insani müdahale ve yardım, demokratikleşme, insan hakları söylemi, hükümet dışı organizasyonlar, yumuşak güç enstrümanları ve piyasa reformları şeklinde tebarüz ederken; Bush dönemi doğrudan güç kullanımını mümkün kılan askerî ve siyasi enstrümanlara öncelik verdi. Bu strateji ise gerekirse güç kullanarak iktidar değişimini de içeren “özgürlük gündemi” söylemiyle kendini meşrulaştırdı.
Neoconların İflası ve Yeni Amerikan Realizmi Bush yönetiminin ilk altı yılına damgasını vuran neocon strateji, kendi çıkarlarıyla çeliştiği anda uluslararası örgütleri ve bölgesel güçleri göz ardı etti. Stratejik önceliğini “teröre karşı küresel savaş” olarak belirleyerek İslam coğrafyasını bu savaşın mücadele alanı haline getirdi. Bu çerçevede stratejik öncelik Ortadoğu enerji kaynaklarının kontrolü haline gelirken, bu hegemonyayı kabul etmeyen Müslüman özneler ise stratejik tehdide dönüştü. Bu stratejinin ekonomik yönü ise enerji kaynaklarına ihtiyaç duyan gelişmekte olan yeni büyük güçler Çin ve Hindistan’ı kontrol altında tutmaktı. Bu sebeple enerji fiyatlarının artmasına sessiz kalan, hatta bu artışı zımnen destekleyen ABD’nin izlediği politika, 1991’den beri neredeyse dağılma noktasına gelmiş olan Rusya’nın, artan enerji fiyatlarının yeni bir otokratik söyleme eklemlenmesiyle birlikte toparlanması ve hatta yükselişi sonucunu doğurdu. Özetle, dikkatini Ortadoğu’ya ve sair güçlerin sınırlandırılmasına harcayan neocon politikası, Rusya’ya toparlanması için gereken zamanı vererek, müstakbel düşmanını kendi elleriyle yarattı. Neocon siyasetin bir başka sonucu ise klasik Transatlantik ittifakının Avrupa ayağının zayıflaması oldu. ABD’nin özellikle Ortadoğu ve Afrika’daki tek taraflı politikalarına mesafeli yaklaşan Avrupa ülkelerinden bir kısmı bu dönemde küstürüldü. Soğuk Savaş’ın bitiminde varılan centilmenlik anlaşması uyarınca ABD’nin eski Sovyet müttefiki ülkeleri NATO’ya dâhil etmeyeceğine dair verdiği söz bozuldu. NATO ve AB genişlemesiyle Rusya’nın ulusal onuru zedelendi. Ortadoğu enerji kaynaklarındaki istikrar yoksunluğu neticesinde de enerji konusunda Rusya ile anlaşmak zorunda kalan AB ülkeleri arasında zorunlu bir yakınlaşmanın önü açıldı.
Bush yönetimi açısından en önemli dönüm noktası, Irak’ta yaşanan kontrol edilemez şiddet dalgası ve istikrar sağlanamayan Afganistan oldu. İran nükleer krizi ve Pakistan’daki siyasi istikrarsızlık ise ABD’nin Orta Asya enerji kaynaklarına yönelmesinin önünü tıkadı. Bu süreçte ordusu yıpranan ve iç siyasi baskı altında kalan ABD yönetiminin yegane başarısı ise renkli devrimler olarak tabir edilen Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistan ve Lübnan gibi ülkelerdeki dönüşümler oldu. Üst üste gelen krizler neocon siyasetin tek taraflılık stratejisinin tıkandığını net bir şekilde gösterdi. Tam da bu noktada Kasım 2006’da Kongre seçimlerini kaybeden Bush yönetimi, stratejik tehdit algısını ve stratejik önceliklerini yeniden belirlemek zorunda kaldı.
Neocon siyasetten realist siyasete geçmek zorunda kalan Bush yönetimi, başta Savunma Bakanı Donald Rumsfeld olmak üzere son altı yıla damgasını vuran neoconları tasfiye etmeye başladı. Öncelikli stratejik tehdidin Rusya haline gelmesiyle Soğuk Savaş sonrasında Rus sınırlarında dondurulan etnik çatışma ve iktidar mücadeleleri yeniden ısıtıldı, Ortadoğu’daki bitmek bilmez çatışmalar dondurulmaya çalışıldı, Afrika ise yeni rekabet sahası oldu. Özetle yeni mücadele alanı Ortadoğu’dan kuzeyde Rus sınırına, güneyde Afrika kıtasına kayıyor; Ortadoğu ise bu dönemde nispeten nefes alacak bir bölge haline geliyor.
Afrika Yeni Ortadoğu mu? Bu süreçte Afrika, yeni Ortadoğu haline gelecek. Ortadoğu’daki enerji kaynaklarına ulaşamayan Çin’in yeni nüfuz alanı olarak seçtiği Afrika, ABD tarafından da önceleniyor ve bu kıtadaki Çin nüfuzu dengelenmeye çalışılıyor. Bu çerçevede Somali’nin Etiyopya tarafından işgali ile başlayan süreç, çatışmanın başta Çin’in en büyük ortağı Sudan olmak üzere diğer ülkelere de yayılmasıyla devam edecek. Zimbabve, Kenya, Moritanya gibi ülkelerde ardı ardına gelişen siyasi krizler ABD-Çin nüfuz çatışmasının en görünür olduğu yerler. Bu kapsamda Çin, Afrika ülkeleri ile ikili anlaşmalarla uzun vadeli kaynak kullanımı ve borçların iptali yoluna giderken, ABD ise insani yardım, AIDS ve sıtma mücadelesi, misyonerlik gibi faaliyetlerle mücadeleye giriyor. Kuzey Afrika, ABD’nin yeni müttefiki Nicolas Sarkozy aracılığı ile Akdeniz Birliği üzerinden eklemlenmeye çalışılırken, kıtanın tümü ABD tarafından tek bir askerî komutanlık altında birleştirilmeye çalışılıyor. İran Devrimi’nden sonra kurulan Merkez Komutanlığı’ndan beri ABD ordusunda en büyük yapısal dönüşüm olan Afrika Komutanlığı’nın kurulması, Washington’ın bu konuya ne derece önem verdiğinin kanıtı.
Bu dönüşümün Ortadoğu’ya yansıması ise ilk olarak Irak’ta uygulanan yeni takviye asker stratejisiyle kendini gösterdi. Ardından İran’la başlayan gizli görüşmeler Ortadoğu’daki gerilimi azaltma amacını taşıyordu. Bu sürecin devamında Irak konusunda İran ve Türkiye ile anlaşan ABD, anlaşmanın alanını önce Lübnan’a taşıdı. Akabinde Suriye’nin Annapolis sürecine dâhil edilmesi, İsrail-Suriye dolaylı görüşmelerinin Türkiye aracılığıyla başlaması Ortadoğu’daki gerilimin düşeceğinin sinyallerini verdi. Türkiye’nin PKK operasyonu sonrasında Kuzey Irak’la ve Irak yönetimiyle ilişkilerini normalleştirme yönelimine girmesi de bu sürecin devamındaki gelişmelerden. Ortadoğu’da gerilimin azalması Hamas-İsrail görüşmelerinin başlamasıyla devam edecek gibi görünüyor. Türkiye’de meydana gelen birtakım iç gelişmelerin de bu süreçle ilgili olduğu söylenebilir.
Yeni Dönemin Fay Hatları Asıl mücadele alanı olarak öne çıkan ve sıcak çatışmalara sahne olması beklenen bölge ise Rus sınırları olacak. Bir önceki dönemde eski Sovyet nüfuz bölgelerinde yumuşak güç kullanımı, demokratikleşme, renkli devrimler gibi araçlarla ilerleyen ABD, son iki yılda nispeten daha sert tedbirler alma yoluna girdi. Doğrudan güç kullanımına öncelik veren ABD, NATO’nun bu ülkelere doğru genişlemesi, Kosova’nın bağımsızlığı, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde kurulacak füze kalkanları, AB genişlemesi, Rusya’yı devre dışı bırakacak yeni enerji nakil hatlarının kurulma çabalarıyla ilerledi. Rusya’nın buna cevabı ise enerji kaynaklarının Ukrayna örneğinde olduğu gibi siyasi güç enstrümanı olarak kullanılması, Gürcistan’da doğrudan işgal, NATO yerine alternatif güvenlik örgütü EATO (Avrupa Atlantik Antlaşması Örgütü)’nun kurulması şeklinde ortaya çıktı. Daha geniş alanda nüfuz mücadelesine de giren Rusya ise Kuzey Akım enerji hattı üzerinden Almanya ile ilişkilerini geliştirmeye, Ukrayna üzerinde Rus Ortodoks Kilisesi’nin harekete geçirilmesiyle etkin olmaya çalıştı. Ayrıca İngiltere ile casus savaşlarına başlayan Rusya, İslam Dünyası’nda gerek illegal gerekse de legal örgütler üzerinden etkili olma gayretlerine, Rus azınlıklar üzerinden Kafkasya, Orta Asya, Doğu Avrupa ve Baltık Cumhuriyetleri’nde etkin olma çabalarını ekledi. Bir süredir Avrasyacılık üzerinden alternatif küresel hegemonik bir perspektif oluşturmaya çalışan Rusya, Vladimir Putin’in 2007 Münih Güvenlik Konferansı’nda tek kutuplu ABD pozisyonuna karşı ideolojik olarak da meydan okumasıyla, çatışmayı bu düzeyde de devam ettireceğini gösterdi. Bu çerçevede önümüzdeki yıllar, ABD öncülüğündeki liberal demokrasi ve piyasa kapitalizmi ile Rusya öncülüğündeki kontrollü devletçilik ve otoriter yönetim arasındaki mücadeleye de sahne olacak.
Soğuk Savaş’ın bir anlaşma ile bitmemesi bugün yeni çatışmalar olarak geri dönüyor. ABD’nin tek kutuplu küresel hegemonyasının yerini, daha esnek ve dinamik bir güçler dengesi alacak. Bu dengenin nasıl şekilleneceği ise şu anda başta Türkiye, İran ve Pakistan olmak üzere orta ölçekli ülkelerin ne tarafta yer alacağına bağlı. Mevcut gerilimlerin ana kaynağını da bu yeni düzene geçiş sürecinin sancıları oluşturuyor. Gerek ABD gerekse Rusya iki kutuplu yeni bir soğuk savaşa razı gibi görünüyor ve bu düzenin yerleşmesi için mevzi oluşturmaya çalışıyor. Soğuk Savaş döneminde kanat ülke pozisyonunda olan Türkiye ve Almanya ise, ancak 1989 sonrasında bölgesel güç olma ihtimalini yakaladıkları için bu sürece direnen aktörlerin başında geliyor. Almanya’nın Rusya ile özel ilişkilere girmesi ve Kafkaslardaki çatışmalarda yapıcı rol oynamak istemesi, Türkiye’nin Kafkas İttifakı projesiyle kamplaşma sürecini engellemeye dönük açılımlarda bulunma çabası yeni soğuk savaşın o kadar da kolay yerleşemeyeceğinin işaretleri. Bu dönemde etnik ve dinî çatışmalar ideolojik çatışmaların yerini alarak yeni ittifakların hesaplaşmasında dolaylı rol oynayacak. Bölgesel güçler bu süreçte Soğuk Savaş döneminde olmadığı kadar aktif olacak, onların müdahaleleri yeni oyunun kaderini belirleyecek. Henüz şekillenmekte olan ittifak süreçleri ise işgal, iç savaş, terör gibi provokasyonlarla hızlandırılmaya çalışılacak.
Anlayış – Eylül 2008