GEÇEN hafta Türkiye parti kapatmayla, dünya, ekonomik krizle uğraşırken; Rusya NATO’yla, Amerika ise ‘yeni güçler dengesiyle’ orta yolu bulmaya çalışıyordu.
Romanya’nın başkenti Bükreş’te yapılan NATO toplantısında Rusya’nın direnmesiyle Ukranya ve Gürcistan’a çıkmayan NATO daveti, Amerika’nın bastırmasıyla Hırvatistan ve Arnavutluk’a çıkmış oldu. NATO’nun nerede duracağı, artık anlamının ne olduğu ise ayrı bir muamma. Bush’un deyimiyle NATO ‘artık Sovyet tanklarından korunmak için bir ittifak değil’.
Pekálá, nedir NATO o zaman? Amerika’nın cevabı ilginç: ‘Özgürlüğün geleceğini ve milyonlarca insanın barış ortamını korumak için dünyanın her tarafına güç gönderen bir ittifak’. Oldukça 11 Eylülcü bir NATO var karşımızda. Zaten Bush’un Bükreş konuşmasının merkezine ‘İslamcı fanatizmle’ mücadelenin yerleştirilmiş olması tesadüf değildi. Bu durumda akla şu soru geliyor: NATO’nun her hangi bir coğrafi sınırı kalmış mıdır? Amerika’nın Soğuk Savaş sonrası tedavülden kaldırmak yerine, NATO’yu 11 Eylül sonrası politikalarının resmi sponsorlarından biri yapmak istediği aşikár. NATO toplantısından Gürcistan ve Ukranya için Rusya’yı enerji fiyatlarının zirve yaptığı bir dönemde karşısına almak istemeyen Fransa, Almanya, İtalya gibi ülkelerden vize alamayan Amerika, füze kalkan sisteminin Çek Cumhuriyeti’ne yerleştirilmesi kararını çıkarttı. Rusya’nın ‘tehdit ediliyorum’ itirazlarına karşı, Bush’un füze kalkanı sisteminin İran’dan gelecek ‘tehdide’ karşı yerleştirildiğini dillendirmesi ise 11 Eylül’ün inandırıcılığı yitirmiş bir başka söylemi.
NATO tipi yayılmacılık
Amerika 2004 yazında yeni küresel askeri üs yapılanmasını planladı. Aynı yıla Romanya, Slovakya, Slovenya, Bulgaristan, Latviya, Litvanya ve Estonya’nın NATO’ya girişi de ‘tesadüf eder’. Yeni plan 11 Eylül sonrası Pentegon’un üzerinde ciddiyetle çalıştığı bir konsepte büründü. ‘İleri operasyon bölgesi’ veya ‘ileri operasyon noktası’ denilen muharip askerden ziyade liman veya hava üssünden oluşan gelişmiş lojistik merkezlerin kurulması kararlaştırıldı.
2004 yazında, Bush tarafından Gazi Askerler Günü’nde duyurulan bu planın ikinci tip üslerine ise ‘kooperatif güvenlik bölgesi’ ismi verilen, daimi Amerikan gücü bulunmayan, sadece ihtiyaç zamanlarında harekete geçirilecek askeri üsler olarak planladı. Bu yeni açılımın en ilginç noktası ‘üs’, ‘asker’, ‘Amerika’ gibi kavramların bile kullanılmamış olmasıydı.
Adeta Wallmart şubesi açma düzeyine indirgenen üsler, 11 Eylül söylemsel şiddeti içerisinde pek fazla dikkat de çekmedi. İşte bu üs stratejisi ve dili; yeni NATO yayılmacılığıyla tam örtüşmektedir. NATO’nun ortaya koyduğu MAP (Üye Hareket Planı) listesine dáhil olan ülkeleri haritada işaretlemek bile, yeni yayılmacılığın koordinantlarını görmek için yeterlidir. Amerika’nın NATO eliyle askeri üs adreslerini küresel ölçekte bu denli yaygınlaştırmaya çalışmasının yanında yeni bir stratejiye doğru evrildiğini de görmek mümkün.
Foreign Affairs’de Richard Haas’ın ‘Hegemonya’dan yeni güçler dengesine geçiş’ şeklinde tarif ettiği Amerikan stratejisi, Irak işgalinden sonra güçlü bir enstrüman olarak kullanılmaya başlandı. Kısaca özetlemek gerekirse, Amerika hegemonik bir güç olarak politikalarını ihdas etmesinin maliyetini gücü paylaşmanın maliyetiyle mukayese etmektedir. Eğer aleyhine bir gelişme varsa, yeni güçlerin başlarını göstermesinden ya rahatsız olmamaktadır ya da onlara yol açmaktadır.
Bu durum en sıcak haliyle Afganistan’da, özellikle de Irak’ta yaşanmaktadır. Amerika mukayese götürmeyen askeri üstünlüğüne rağmen, yeni güçler dengesiyle işgalin siyasi ve ekonomik maliyetini aşağı çekmek adına, iktidarı stratejik olarak paylaşmayı tercih etmektedir. ‘Hegemonyadan yeni güçler dengesine geçiş’, son tahlilde Amerika merkezli bir denge halinin kurulmasını icbar ediyor. Öyle ki yeni güçlerin kimler olacağına karar veren de işgalci gücün bizzat kendisi. Amerika’yı yeni Roma kılan ana güç de buradan besleniyor. Birçok küresel denklemde sadece var olduğundan hegemon olmayan; aynı zamanda denklemden çıkmasının da bir felaket olduğunu yeni güçler dengesi maliyetine aktörlere kabul ettirmesinden dolayı küresel gücünü koruyor.
Yeni güçler dengesine geçiş
Buna tipik bir örnek İngilizlerin Hindistan’a dair kurguladıkları pozisyondu. İngiltere’nin Hindistan’dan çekilmek için 14 aylık takvimi açıklamasının üstünden fazla zaman geçmeden, 6 Mart 1947’de, Winston Churchill parlementoda şöyle konuşuyordu: ‘Hükümetin 14 aylık çekilme takvimi, Hindistan’nın birlik ve beraberliğine son vermiştir... Hindularla Müslümanlar arasındaki bin yıllık kavganın 14 ayda biteceğini nasıl düşünürüz?... Biz Hindistan’dan nasıl 14 ayda çıkar ve 90 milyon Müslüman’la, 200 milyon Hindu’nun birbirleriyle savaşmasına müsade ederiz?...’ Ne kadar tanıdık cümleler değil mi? Sanki 2006, 2007’de söylenmiş gibi. Merak etmeyin, 1798’e gidip Napolyon’u dinleseydiniz benzer şeyleri Mısır içinde duyacaktınız.
İşin daha hazin yanı, bugün Amerika’nın Irak’tan çekilmemesi gerektiğini yeni güçler dengesinde rol kapan birçok ülkede söylemektedir. Yani Amerika’nın meşruiyet kaygılarını telafi etme görevi bile başkalarının sorunu olmuş durumda. NATO’nun füze kalkanının doğrudan muhtabı olduğu söylenen İran, bu yeni güç dengelerinin bölgemizdeki en başat aktörlerinden. Amerika’nın iki yılda iki stratejik düşmanını (Taliban ve Saddam) ortadan kaldırdığı İran da olmasa NATO neredeyse anlamsız hale gelecek. Ya da NATO’nun füze kalkanı ve yeni yayılım planları bu kadar masum değil. Bizce ikinci okuma daha gerçekçi duruyor.
Öncelikle İran ile Amerika’nın gerçekten karşı karşıya geldiği tezinin doğrulanması lazım. İran’ın nükleer silah edinme tartışmasının, Amerika ile bir pazarlık aracına dönüştürdüğünün düşünüldüğünde işler daha da karışabilir.
İran en belirleyici aktör
Sanki nükleer kod adlı bir kavga başlığı altında oldukça ciddi müzakereler yürütülüyor. Sanki nükleer tartışma sayesinde İran’ın masanın karşısında kendisini muhatap almayacağını söyleyen muhatapları hep İran’la konuşur buluyoruz. Amerika’nın işgal ettiği Irak’a, uğruna füze kalkanı sistemi kurulmuş ülkenin başkanının ziyaret gerçekleştirebilmesi ne demek? Ya da Irak’taki en büyük silahlı güç olduğu farz edilen ABD, Sadr’ın milis kuvvetleriyle mutabakatı nasıl oluyor da Şeytan Ekseni’nin başına yerleştirdiği İran üzerinden sağlayabiliyor? Nasıl oluyor da Amerika’nın Irak’ta iş tuttuğu ve Irak’ın kaderini doğrudan belirleyen iki ana grubun ikisi de doğrudan, olabilecek en üst düzeyde İran bağlantılı olabiliyor? Heralde işin özeti şu: 1979’da İran’ın elinde 150 Amerikalı rehine vardı, bugün 150,000 tane var! O halde, eğer füze kalkanı sistemi Bush’un dediği gibi İran’a karşıysa, Amerika niçin 150,000 esirini kurtarmak için Çek Cumhuriyeti’ne füze kalkanı sistemi kuruyor? Irak’ın NATO’ya dahil edilip ardından da tehlikenin en yakınındaki ülke olarak füze kalkanı sisteminin kurulması daha makul olmaz mıydı?
Açık Görüş - 14.04.2008http://www.stargazete.com/index.asp?haberID=152643