BM Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilen 1701 no’lu karara göre Güney Lübnan’a 15000 barış gücü askeri konuşlandırılması öngörülmekte. Türkiye gündeminin son günlerdeki ana gündemi Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 no’lu kararı doğrultusunda Güney Lübnan’a asker gönderip göndermeyeceğidir. Cumhurbaşkanı Sezer, muhalefet ve köşe yazarlarının hemen hepsi bu konuda görüşlerini belirttiler.Kendi görev alanına girmeyen bazı konularda dahi zaman zaman görüş belirten Genelkurmay ise bu konudaki görüşünü henüz kamuoyuna aksettirmedi.
Ateşkesin sürdürülebilirliği konusunda halen önemli tereddütler var, çünkü İsrail ufak çaplı da olsa operasyonlarını sürdürmekte ve İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni “Die Zeit” dergisine yapmış olduğu açıklamada Lübnan’da durumun değişmemesi halinde bu ülkeye yeniden saldırabileceklerini dile getirdi. İsrail Başbakanı Ehud Olmert ise BM genel sekreteri Kofi Annan ile yapmış olduğu görüşmenin ardından yaptığı açıklamada ateşkesin şartları yerine gelmeden ve barışgücü askerleri konuşlandırılmadan Lübnan’a uyguladığı ablukayı kaldırmayacağını ve askerlerini tamamen bölgeden çekmeyeceğini söyledi. Şu anki görünümüyle BM’nin Lübnan konusundaki 1701 nolu kararının ne ölçüde istikrar getireceği belirsizdir, ancak bu konuda uluslararası kamuoyunun asker gönderme girişimleri devreye girmiş durumda. Ortadoğu’nun yakın siyasi geçmişi uygulanmayan veya ihlal edilen barış planları ve ateşkeslerle doludur. Bu girişimin Türkiye’deki siyasi sorumluluğunu alan taraflar konuyu tüm muhtemel senaryolara göre değerlendirmek zorundadır
Konunun Türkiye gündeminde tartışılma biçimi önemli yanlışlıklarla dolu. Bir grup analist değerlendirme yaparken basit çıkar maliyet hesabı üzerinden Türkiye’nin buradan ne elde edebileceği ve ne kaybedeceğinin hipotetik olarak dökümünü çıkararak karar vermeye çalışmakta; Türkiye’nin Lübnan’a barış gücü askeri gönderme karşılığında Kıbrıs ve PKK konularında bazı kazanımlar elde edebileceği, Ortadoğu dörtlüsünün beşincisi olarak Ortadoğu sürecine daha aktif bir şekilde eklemlenebileceğini öngörmektedir. Türkiye’nin Ortadoğu coğrafyasındaki stratejik avantajı İran’a kaptırmamak için böyle bir görevde yer alması gerektiğini savunanlar da mevcuttur. Politikayı sadece stratejik ve maddi çıkar hesabı üzerinden anlamaya çalışan bu yaklaşım Türkiye’nin tarihsel, bölgesel ve kültürel derinliğini göz ardı ederek kısa vadeli hesap yapmaktadır. Kısa vadeli bir koyup üç alma mantığı böyle hassas bir konuda tatmin edici bir açıklama getirememektedir. Türkiye’nin daha etkin bir bölgesel aktör olmak için bu gibi durumlarda etkin rol alması gerektiği konusunda bir tereddüt yoktur; asıl soru işareti bu müdahalenin Türkiye’nin çıkarları açısından olumlu sonuçlar doğurabilmesi için şartların uygun olup olmadığıdır.
Diğer söylem ise, meselenin boyutlarını yeterince tartışmadan tamamen ideolojik ve hamasi bir şekilde yaklaşmaktadır. Böyle bir yaklaşım barış gücü misyonunu ve Türkiye’nin bu konudaki muhtemel katkılarını ve edinebileceği olumlu deneyimleri yeterince irdelememektedir. Türkiye’nin bu güce katkıda bulunması gibi herhangi bir zorunluluğu yoktur ve bu işin riski oldukça fazladır, fakat bu ve bunun benzeri görevler önümüzdeki dönemde de Türk kamuoyunun gündemine gelecektir. Türkiye’nin Lübnan’a barışgücü birlikleri göndermesi konusunda tüm ilgili aktörlerin istekli olduğu görüntüsü var; Dışişleri’ni rahatlatan etkenlerin başında bu gelmektedir. Türk dışişleri bir süredir sürdürmekte olduğu etkin ve yapıcı dış politika yaklaşımı çerçevesinde bölgesel sorunlara duyarsız kalmamaktadır. Bu görevler aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası kurumlara ve kamuoyuna karşı olan sorumlulukları kapsamındadır. Önümüzdeki yıllarda da Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve dünyanın diğer bölgelerinde barışgücü rolleri Türkiye’nin gündemine gelecektir. Bu açıdan tartışmanın daha sağduyulu bir şekilde sürdürülmesi gerekmektedir, bölgesel barış ve istikrarın sağlanması konusunda şartlar uygunsa Türkiye’nin katkıda bulunması aynı zamanda Türkiye’nin de menfaatinedir. Türkiye’nin katkısının İsrail’in sınırını korumak veya Hizbullah’ı silahsızlandırmak olmaması gerektiği konusunda Türk kamuoyunun konsensüsü söz konusudur. Ancak Lübnan ve Filistin halklarının haklarının kim tarafından ve ne şekilde korunacağı belirsizdir. Dünyadaki cari sorunlar ve uluslararası sistemin adaletsizlikleri bu konuda gösterilebilecek münferit tepkilerle düzelmeyecektir. Uluslararası örgütlerin ve süreçlerin dışında kalınarak sistemin olumlu yönde gelişmesine katkıda bulunmak mümkün değildir. Türkiye, Ortadoğu’daki çarpıklıklar ve çatışma süreçlerine bu süreçlerin dışında kalarak etki edemez, ancak kendi özgün katkısını ve yaklaşımını belirlemeden bu süreçte yer alması Türkiye’ye sadece bir risk ve maliyet getirecektir. Bu konuda bir çerçeve oluşturulmadan Ortadoğu’nun bütününde istikrarın sağlanması mümkün görünmemektedir. Türkiye için kritik husus; Güney Lübnan’a barış gücü birliği yollamak geleceğe yönelik Ortadoğu tasarımlarında Türkiye açısından anlamlı bir yere oturmakta mı, yoksa başka tasarımlarda Türkiye için biçilen bir pozisyona mı itilmekteyiz, sorusudur. Bu genel denklemde Türkiye’nin pozisyonu netleşmeden barış gücündeki rolü bir anlam ifade etmeyecektir.
Türkiye bir süredir ön plana çıkan bölgesel barış ve istikrarın sağlanması açısından yapıcı müdahalelerde bulunma yaklaşımını sürdürmelidir. Yapıcı ve çok boyutlu dış politika anlayışıyla uyuşan hamlelerin Türkiye’nin yakın çevresinin istikrarına olumlu katkıları olacaktır. Ancak her türlü probleme müdahale etmeye hazır görünümü bu pozisyonunu ve etkinliğini zayıflatabilir. Türkiye, kamuoyuna yansıyan müdahalelerinde daha seçici olmak durumundadır, her türlü soruna müdahale için müsait ve istekli görüntüsü vermesinin uluslararası kamuoyunda ve iç kamuoyunda imajına çok olumlu katkısı olmayacaktır. Türkiye'nin etkin bir bölgesel aktör olması için seçici olmakla beraber bu tip görevlerden kaçınmaması gerekmektedir.
Türkiye’nin konumu barış gücüne katkıda bulunması öngörülen diğer devletlerden farklıdır. Türkiye’nin bölge ile tarihsel, kültürel, psikolojik bağları oldukça köklüdür ve bu toprakları Osmanlı döneminde uzun süre yönetmiş bir devlet olarak kaybedeceği ve kazanacağı çok şeyler var. Uluslararası koalisyonların ve barışgücü misyonlarının şiddet karşısında ne derece etkisiz kaldıkları ve ne derece acze düştükleri daha önce birçok örnekte tecrübe edilmiştir. Bir başarısızlık durumunda İsveç, İtalyan veya Gana askerlerinin bölgeden çekilmeleriyle Türk askerlerinin bölgeden çekilmesi aynı anlama gelmeyecektir. Türkiye bölgenin asli bir unsurudur ve bölge genelinde yapılması ön görülen tasarımların hemen tümünde temel aktörlerden biri olarak yer alacaktır. Bu tasarımlarda aktif bir rol mü alacak yoksa kendisine biçilen pasif bir rolü mü kabul edecek; bu hassas bir konudur. Şu anki durum çatışma sürecinin hangi aşamasında? Bu aşamadan bir barış sürecine geçiş mümkün olabilir mi? Bu sorular BM yetkilileri ve uluslararası kamuoyu tarafından irdelenmelidir. Güney Lübnan’a yapılacak barış gücü müdahalesi daha geniş kapsamlı bir barış sürecine götürmeyecekse, İsrail’in ve ABD’nin diğer bölgelerde yapmayı planladığı operasyonları kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Böyle gerginlikler esnasında her an ateş arasında kalma ihtimalimiz olabilir. Bu açılardan tarafların bölgesel barış ve istikrarın sağlanması konusunda samimi olduklarına dair somut bazı garantiler vermeleri önemli bir zorunluluktur.
Lübnan’a barışgücü askeri göndermek için gerekli olan tezkerenin TBMM’den geçmesi Türkiye’nin bu konuda kararlı ve istekli olduğunun bir göstergesi olacaktır ve uluslararası arenada Türkiye’ye olumlu puan getirecektir. Daha da önemlisi tezkere geçtikten sonra Türkiye’nin barışgücü askeri göndermek için gerekli şartları müzakere etme konusunda pazarlık gücü artacaktır. Barışgücü askeri gönderme konusunda prensip kararı almış bir Türkiye barışgücünün şartlarının tartışılması konusunda daha etkili olacaktır. Türkiye’nin asker göndermek için bölgesel barış ve istikrar yolunda Filistin’i de kapsayacak geniş kapsamlı bir paket önermesi ve bu paketi dış kamuoyuyla paylaşması tezkereye gösterilebilecek iç tepkilerin yatışmasını sağlayacaktır. Bu maddelerin yalnızca tartışma ortamına dahil edilmesi bile önemli bir hamle olarak algılanabilir.
Türkiye Barışgücü Misyonu Gönderebilir Ama… Barışgücü çok kapsamlı bir müdahale biçimidir; sanılanın aksine sıcak bir çatışma bölgesine gidip çatışmayı durdurmak barışgücünün öncelikli amacı değildir. Barışgücü operasyonları daha çok şiddetin ve çatışmanın yoğunluğunun azaldığı dönemlerde yapılır. Barışgücü operasyonlarının temel hedefleri, ateşkes yapılmış ise bunu kontrol edip tarafların ateşkes şartlarına uymalarını sağlamak; sürpriz saldırılara engel olmak; çatışmanın yayılmasını engelleyecek bariyerler ve tampon bölgeler oluşturmak ve sivillere insani yardım sağlayıp yiyecek, giyecek, barınma ve güvenlik gibi temel ihtiyaçlarını karşılamaktır. Barışgücü operasyonları, askeri müdahalenin yerini tutmaz, fakat bu iki operasyon birbirlerinin tamamlayıcılarıdırlar. Barış gücü görevleri daha çok sıcak çatışmanın durmasından sonra BM kararıyla devreye girer. Zorlayıcı tedbirler, koruma, gözlemleme, silah denetimi, bariyer ve uçuşa kapalı bölgeler oluşturmak, önleyici konuşlandırma, ulus inşası gibi misyonların tümü barışgücü görevleri arasında yer almaktadır.Türkiye’nin Lübnan’da insani yardım ve altyapı inşası konusunda aktif olarak rol alması saldırıdan ağır yara alan Lübnan ve Filistin halklarına moral olacaktır. Ancak İsrail’in Türk askerleri tarafından korunuyor olduğu yaftası dahi Türkiye’nin bölgedeki tarihi ve kültürel derinliğini ve sermayesini önemli ölçüde azaltabilir. Filistin’de istikrarı sağlayamayacak bir ortam Lübnan’da da istikrar getirmeyecektir.
ABD, İsrail, Hizbullah ve diğer ilgili taraflar, ateşkes ve istikrar konusunda samimi olduklarını göstermek durumundadırlar. Özellikle Amerika bölgesel hesaplarını netleştirmek zorundadır, gerçekten istikrar mı istemekte ve oluşturmaya çalıştığı “Yeni Ortadoğu” projesi bu konuda nasıl bir yapı sunuyor, bu konudaki soru işaretleri giderilmek zorundadır. ABD bölgesel gelişmelerde kilit aktördür ve uluslararası hukuka ve bölgesel barışa olan bağlılığını somut bir şekilde teyit etmek zorundadır. ABD'nin çatışmanın en hararetli dönemlerinde ateşkes çağrısında bulunmaması ve İsrail’e mühimmat yetiştirmesi bu konudaki samimiyetine gölge düşürmektedir. ABD, İsrail saldırılarını ve Lübnan’ın sivil altyapısının yok edilmesini meşru müdafaa hakkı olarak görmeye devam ettiği sürece barış gücü de dahil hiçbir güç istikrarı sağlayamayacaktır. Hizbullah karşısında yara alan İsrail tekrar Suriye’yi suçlamaya başladı ve işgal altında tuttuğu Filistin topraklarında yeni yerleşimler oluşturmaya hazırlanmakta. Barışgücü misyonu İsrail’in diğer bölgelerdeki muhtemel operasyonları için elini rahatlatan güvenlik kordonu halini almamalıdır. Asker gönderme kararı alınırsa bu konudaki kaygılar Türk Dışişleri tarafından giderilmek zorundadır.İsrail, Gazze ve Batı Şeria’ya uyguladığı ablukayı kaldırmalı ve bu bölgelere de insanı yardım yapılması konusunda sorun çıkarmamalıdır. Filistin’de çıkabilecek bir gerginlik doğrudan Lübnan’da hissedilecektir. Gazze şu anki görünümüyle dünyanın en büyük ve kalabalık cezaevi konumundadır. Gazze’deki Filistinli halkın temel insani ihtiyaçları karşılanmalıdır, İsrail’den bu konuda somut teminat alınmalıdır. İsrail aynı zamanda rehine aldığı Filistinli bakan ve milletvekillerini bir an önce serbest bırakmak ve gerginliğin giderilmesi için bazı yapıcı adımlar atmak zorundadır. Benzeri bir hamleyi Hamas da yaparak rehin tuttuğu İsrail askerlerini serbest bırakmalıdır.
Uluslararası normları en sistematik ve düzenli olarak ihlal eden aktör İsrail’dir. İsrail bu konuda herhangi bir bedel ödemediği gibi, Amerika tarafından düzenli olarak desteklenmektedir. Devamlı surette tekrar eden bu süreç uluslararası arenada adalet duygusunu zayıflatmaktadır. İsrail’in ve Hizbullah’ın istikrarı ve ateşkesi bozucu müdahaleleri olursa bunları cezalandırmak için somut bir yaptırım rejimi üzerinde anlaşılmalı ve bu yaptırımların uygulanacağı konusunda başta ABD olmak üzeri uluslararası kamuoyundan somut teminat alınmalıdır. Böyle bir teminat alınmadan barışgücü askeri göndermek kumar gibi olur.Hamas ve Hizbullah, İsrail, ABD ve AB tarafından meşru aktörler olarak kademeli bir şekilde siyasi sürece dahil edilmelidir. Hizbullah ve Hamas’ın siyasal sürece dâhil edilmesi önemli bir dönüşüm geçirmelerine neden olacaktır. Bu sayede toplumsal sorumluluk algılamaları artacak ve toplumun tümüne yönelik daha geniş kapsamlı düşünmelerine neden olacaktır. Bu açıdan Hamas ve Hizbullah’a baskı uygulamak yerine onları siyasi sürece dahil etmenin istikrar açısından daha olumlu katkısı olacaktır. Türk Dışişleri bu yöndeki çalışmalarını sürdürmelidir.
İsrail 1982 yılında FKÖ’yü Beyrut ve Bekaa Vadisi’nden tasfiye etmek için Lübnan’ı işgal etmişti. FKÖ o dönemde Libya’ya çekilmek zorunda kaldı. Bu çekiliş Sabra ve Şatilla katliamlarından dolayı Filistinliler açısından oldukça ağır kayıplara neden oldu. FKÖ’nün boşalttığı alan İran’ın katkılarıyla Hizbullah tarafından dolduruldu. 1982 yılında FKÖ’nün Lübnan’dan çekilişini denetlemek ve koordine etmek için oluşturulan Çok Uluslu Güç (MNF) Hizbullah tarafından çok büyük bir hezimete uğratıldı. ABD, Fransa, İtalya ve İngiltere askerlerinden oluşturulan ÇUG ağır kayıplar vererek bölgeden çekildi. 23 Ekim 1983’de ÇUG karargahına yapılan intihar saldırısında 241 Amerikan deniz piyadesi, ve 58 Fransız paraşütçüsü öldü. Saldırıyı Hizbullah resmi olarak üstlenmedi ancak şüpheli listesinin başında Hizbullah yer almakta. Fransa, ABD ve İtalya’nın Güney Lübnan’daki barışgücü misyonu için neden bu kadar istekli oldukları düşündürücüdür. Bu barışgücü misyonunun istikrar getirebilmesi için Hizbullah’a karşı bir intikam operasyonu halini almaması gerekmektedir. Barış gücü birliğine asker katkısında bulunan ülkeler arasında koordinasyon ve bir uzlaşı sağlanması zorunluluğu vardır. Aksi takdirde farklı gündem ve amaçlarla bölgede bulunan birlikler birbirleriyle gerilim yaşayabilirler. 1982-83 operasyonundan çıkarılabilecek diğer bir ders ise, bölgedeki direniş örgütlerini istikrar sağlanmadan tasfiye etmenin daha riskli sonuçlar doğurabileceğiydi. FKÖ’nün bölgeden tasfiyesi sonucu oluşan boşluk kısa süre sonra daha sert bir organizasyon olan Hizbullah tarafından dolduruldu. Hizbullah’ın şiddet yoluyla tasfiyesi daha farklı örgütleri gündeme getirecektir. Lübnan saldırısı esnasında orantısız güç kullanımı ve sivillere karşı yapılan saldırılar konusunda bir soruşturma başlatılmalıdır. Özellikle İsrail’in kitle imha silahları kullandığına dair ciddi iddialar vardır. Bu iddialar tarafsız gözlemcilerce araştırılmalı ve ihlaller gerçekleştirilmişse bu konuda yaptırım uygulanmalıdır. Ortadoğu’da kitle imha silahları ile ilgili söylentiler konusunda hassas olunmalıdır. Lübnan’daki İsrail bombardımanı milyarlarca dolarlık maddi zarara neden olmuştur. İsrail devamlı surette kendisinin neden olduğu yıkımın maliyetini başka aktörlere ödetmektedir. İsrail neden olduğu yıkımlardan dolayı bir şekilde maddi bedel ödemelidir; aksi takdirde yapılan ve yapılması öngörülen altyapı çalışmaları ve çabalar boşa gidebilir.
Tüm bunlar yapılsa dahi konunun Türkiye açısından riski azalmayacaktır, ancak tarafların samimi olduklarını göstermeleri açısından bu şartları kabul etmeleri gerekmektedir. Ortadoğu’nun bütününe yönelik tasarımlar konusunda diğer ilgili taraflar da samimi olduklarını göstermek durumundadırlar. Türkiye’nin bu tabloda dışardan kendine empoze edilen rolü kabul etmesi kendisinin ve bölgenin çıkarına değildir.