Dış politikanın modern Türkiye’deki serencamını anlamak için sayısı bir elin parmaklarını bile geçmeyen Türk dış politikası tarihi kitaplarına bakmak yeterlidir. Çoğu bin sayfayı aşkın olan bu kitaplarda içerik anlamında en zengin olan kısımlar Osmanlı son dönemindeki dış politika analizleridir. Osmanlı son dönemine dair yapılan analizler hem içerik hem de sorunları irdeleme açısından üzerine kafa yorulabilecek bir ‘dış politikanın’ varlığına da delalet etmektedir. Buna mukabil I. Dünya Savaşı sonrası dış politika değerlendirmeleri iki unsur üzerine oturmak zorunda kalmıştır. Birincisi salt ‘ilişkilerin’ değerlendirilmesi. İkincisi ise salt ‘ilişkiler’ üzerine kurulmak zorunda kalınan dış politikanın, nadiren Türkiye’den kaynaklanan kurucu bir siyasetin ya da pozisyonun değerlendirilmesi. Her iki unsurun ortaya çıkardığı durum ise neredeyse ‘dış politikanın’ yerini ‘dış ilişkilerin’ alması ve analiz edilmesi olmuştur.
Osmanlı sonrası ortaya çıkan yeni kadroların bakış açılarının da derinden etkilediği dış politika yaklaşımları eleştirilebilir. Lakin dönemin şartları içerisinde içe kapanmanın sadece bir politika tercihi olmadığı da muhakkaktır. Özellikle Ortadoğu’da Sykes-Picot sınırları çizilirken Osmanlı’nın siyasi ve ekonomik şartlarının direnmeye müsait olmadığı da ortadadır. Bugün yaşadığımız tartışma, bir yönüyle, aradan bir asır zaman geçmiş olmasına rağmen, Sykes-Picot nöbetine devam edip etmeme tartışmasıdır. Sykes-Picot nöbeti ne kolay bir şekilde bırakılabilecek bir ‘mecburiyettir’ ne de hiçbir şey değişmemiş gibi sürdürülebilecek bir ‘mahkûmiyettir.’ Daha en baştan bölgedeki halkların ve devletlerin bir ‘Sykes-Picot nöbeti yüzyılı’ yaşadıklarını en azından teorik düzeyde bile idrak etmeyen, aksine ‘mecburiyeti’, olması gereken politika zannedenlerin, sistemik değişimlerin ilk işaretleri karşısında, 20.yy ezberlerine sarılmalarında bir gariplik bulunmuyor.
Tam da bundan dolayı Türk dış politikası tarihi veya analizleri kitaplarında post-Sykes-Picot dönemi neredeyse koskoca bir boşluğa denk gelmektedir. Nasıl gelmesin? Bölgesel bir vizyona sahip olmanın, ‘nöbet yerini terk etmenin yasak olduğu’ bir düzende aktif bir siyasetin olması neredeyse imkânsızdı. Bu imkânsızlık sadece ‘dış politika’ yapımını nesh etmekle kalmadı, birçok bölge ülkesiyle sadece salt günlük çıkara dayalı politikasız ‘dış ilişkiye’ bile müsaade etmedi. Bu durum sadece Türkiye için de geçerli değildi. Her bir aktör ‘nöbet yerine’ mıhlanmış gibi yıllarca komşularıyla iletişime bile geçmediler. Suriye ve Irak yıllarca konuşmadı, İran ve Irak birbiriyle savaştı, Mısır ve İran diplomatik ilişki kurmadı, Suud ve diğer aktörler krizler yaşadılar.
Bütün bölge, önce Sykes-Picot ardından da Camp David düzeniyle birlikte bölgesel düzeni kendileri için dayatmış olan aktörler kendi soğuk savaşlarıyla meşgulken ‘mini Soğuk Savaşlarını’ tam bir sadakatle tatbik etmekten geri durmadılar. 20.yy’ın mağlup elitlerinin ezik psikolojileri üzerine kurulan kolonyal bölgesel düzene başından beri direnen, Batı’dan ithal Soğuk Savaşı mütevazı hamlelerle kırmaya çalışan, sınırları aşma gayreti içerisinde olan tek bir unsur oldu. Bu unsur İslami hareketlerden başkası değildi. Birbiriyle hiçbir şekilde kurucu ilişkiye girmeyen devletler ve onların elitlerine rağmen İslami hareketler hem sınırları aştılar hem de belli dönemlerde bölgesel statükonun üzerine oturduğu dinamiklerden olan mezhepçi duvarları da. Bugün Mısır’da yaşanan darbenin niçin Türkiye’yi ve İslam dünyasını halklar nezdinde bu kadar harekete geçirdiğini anlamayanlar; Mısır’da yapılan darbenin aslında 20.yy ‘mukavemet hafızasına’ yapılmış müdahale olduğunu anlamayanlardır. Bu durum Türkiye’deki dış politika değerlendirmelerine açık bir şekilde yansımaktadır. Özellikle Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta ve bölgenin diğer ülkelerinde yaşananlara dair ‘ilişkinin’ ötesine geçen siyasi analizlerin ortaya çıkışının tarihi Türkiye açısından oldukça yeni bir fenomendir.
İÇERİK KRİZİ
Türkiye dışındaki dünyayı içerikli bir şekilde tartışmanın zorluğu son on yıl boyunca hareketli dış politika gündemiyle beraber iyice ortaya çıkmış oldu. Tartışmalara hemen herkesin cesaretle katıldığı dış politika alanı, ideolojik pozisyonlardan bağımsız olarak, büyük ölçüde jenerik mantıksal indirgemelere teslim olmuş durumda. Mesela Suriye’ye dair hiçbir gelişmeyi düzenli takip etmeden, saha bilgisine kesinlikle sahip olmadan, aktörlerle hiçbir ilişkiniz olmadan, tercüme dünyasına mahkûm bir halde oldukça genel değerlendirmeler ile Türkiye’nin Suriye politikasını ele almak mümkün olabiliyor. Sonuç elbette çoğu kez vahim maddi hatalar, trajik nedensellik inşaları ve tutarsız analizler olmaktadır. Elbette bu sorun sadece Suriye veya Ortadoğu ile alakalı değil. Öyle ki Ortadoğu, Türk laik elitleri açısından varoluşsal bir kopuşu işaret ettiği için bir nebze olsun ortaya çıkan vahamet hoş görülebilir. Türk laik elitleri bir yönüyle modern Türkiye’de kendilerini tarif ve tahkim etmek üzere Ortadoğu’ya, Arap’a ve İslam’a kategorik mesafe koymayı tercih etmişlerdi. Lakin sorun sadece Ortadoğu’da değil. Benzer entelektüel fukaralık Balkanlar, Kafkasya hatta Batı için de büyük ölçüde geçerli.
ORTADOĞU BATAKLIK MI?
Bugün Avrupa’ya veya Amerika’ya dair içerik sıkıntısının da had safhada olduğunu söylemek mümkündür. Başka bir deyişle Türkiye ile bir krizin üzerinden yaşanan sıcak ilişkinin ötesine geçecek müstakil Avrupa ülkeleri veya Amerika üzerine uzmanlık düzeyinde bilgi birikimi oldukça sınırlıdır. Bu konuda belki gazetecilerin kısmen daha iyi bir noktada olduğunu söyleyebiliriz. Aynı durumu akademi için ele aldığımızda manzaranın oldukça sıkıntılı olduğu söylenebilir. Akademide bilgi üretimi ya Osmanlı dönemi tarih araştırmalarına yoğunlaşmış ya da modern dönemde Türkiye merkezli müstakil bir soruna odaklanmış haldedir. Elbette bütün bu tabloyu bozan istisnalar mevcuttur. Lakin genel durumun vahameti istisnalar eliyle kurtarılabilecek gibi değildir. Ortadoğu ‘bataklık’, Batı ise ‘öykünülen’ dünyalar algısından çıkmadığı sürece de pozitif bir görünümün ortaya çıkması zor görünmektedir.
Özellikle liberal dünyadan isimlerin dış politikaya yaklaşım tarzları tam anlamıyla ibretlik örnekler sunmaktadır. Adeta ‘dış politika olmasaydı, dış ilişkilerimiz iyiydi’ düzeyinde seyreden yaklaşımlar ve analizler ortalığı kaplamış durumda. Gerçekten de bugün oldukça sert bir şekilde şikâyet nesnesine dönen nedir? Dış politika mı dış ilişkiler mi? ‘İlişkilerin’ tabiatına dair eleştiri getiren liberal isimlerin ağırlıklı olarak üzerinde durdukları şey bilerek veya bilmeyerek izlenen politika mıdır?
Bugünkü politikalar izlenmeseydi bize neler olacağını söylemeksizin politikanın değişmesini istiyorlar. Nasıl bir politika uygulanması gerektiğine ciddiye alınacak bir öneri görmek mümkün değil. Bu yönüyle ortada gerçekten bir dış politika eleştirisinden çok dış ilişki eleştirisi olduğunu söylemek mümkün.
Mezkûr eleştirilerin diğer bir özelliği ise maddi bilgi düzeyinde hatalarla dolu ve sık sık ergen bir müstehzi dile sarılan analizler olması. Ülkeleri birbirine karıştıranlardan en temel kim kimdir bilgisine dahi vakıf olmayanlara, en acımasız absürt indirgemeleri yapanlardan derin anakronizm hatalarına düşenlere kadar geniş bir içeriksizlik sorunu var karşımızda. Ama bütün bunların ötesinde özellikle 2005 sonrası dış politika gelişmelerine dair oldukça ‘beyaz ve oryantalist bir huzursuzluk’ hâkim. Sorunsuz, zahmetsiz, öngörülebilir, krizsiz bir dış politika arzusu sürekli satır aralarında saklı bir şekilde analizler yapılıyor. Bu arzunun sahiplerinin en azından bazılarının bir diğer çelişkisi ise dış politikada görmek istemedikleri tutumları iç siyasette en sert şekilde hükümetin takınmasını arzulamaları. Dış politikada real-politik kamuflajına sarılmakta hiç sıkıntı çekmeyen bu isimlerin, iç politikada ise neredeyse hiçbir dengeyi gözetmeden, bağlamına bakmaksızın, kendi arzuladıkları takvimde ve kendi istedikleri tarzda demokratikleşme adımlarının hızla atılmasını arzulamaları.
Dış politika alanındaki kaotik jeopolitik resim karşısında çocuksu bir refleksle gözlerini kapatarak veya başka bir yere yönelerek sorunlardan kurtulacağımızı bazen ima etmeleri, açıkça dile getirmeleri ise ancak ‘temiz dış politika’ beklentileriyle açıklanabilir. Temiz dış politikadan beklentileri ise müşahhas anlamda sadece AB üyeliği sürecine yoğunlaşma veya Batı ile çok daha yakın ilişki içerisine girmekten ibaret. Elbette, AB üyeliği sürecinin jeopolitiğine dair ortada olan çıkmazları da umursamadan. Nihayetinde AB üyeliği süreci liberal dünyaya istemediği kadar konforlu bir diskur vaat etmektedir. Süreç ilerlemese bile Ortadoğu’nun kâbus manzaralarıyla muhatap olmaktansa Brüksel’in temiz sokaklarında huzur bulacakları bir ‘medeni’ dünya irtibatının devam etmesini sağlamaktadır. Kaldı ki AB meselesini de bir dış politika alanından ziyade Türkiye’nin iç dönüşümünün -belli ölçüde haklı olarak- unsuru olarak görüyorlar. Yani yine karşımızda ‘bir dış politika’ tartışması bulunmuyor.
‘Temiz dış politika’ nihayetinde siyaset üretiminden istifa etmeyi vaaz etmektedir. Kurucu bir siyaset veya pozisyon olmayınca krizlerle hemhal olan bir dış politika yerine ‘dış ilişki’ ikame edilecektir. Tıpkı uzun Soğuk Savaş yıllarındaki konforlu dünyamız gibi. Böylesi bir konforlu dünyayı bugün itibariyle imkânsız kılan ise sadece Türkiye’nin bölgesinde müdahil olduğu kriz alanlarından istese de çıkamayacağı gerçeği değil, aynı zamanda müdahil olmamanın ortaya çıkaracağı real-politik, ekonomi-politik maliyetler ve risklerdir. Hali hazırda Türk dış politikasının en büyük talihsizliği yoğun bir şekilde arz-ı endam eden içeriksiz eleştirilerdir. İçeriksiz eleştirilerin ortaya çıkardığı ciddiyetsiz analizlerin ise ilk kurbanı siyaset inşasına katkı sağlayacak eleştirileri zehirlemesidir.
‘Temiz dış politika’ cemaatinin entelektüel vandalizminden kurtulmayı başaran dış politika analizlerine ve eleştirilerine ciddi anlamda ihtiyaç var. Sahaya inen, aktörlerle muhatap olan, arka plan bilgisine hâkim, tarih okumalarını aksatmayan farklı siyasi yaklaşımlara en fazla ihtiyaç duyulan bir dönemden geçiliyor. Mesela Mısır darbesi sonrası ideolojik kuzenlerini yerinde tanıyıp anlamaya çalışan liberal bir eleştiriye, Türk dış politikasına kestirmeden mezhepçi eleştirisi getirenlerin Şii-Sünni jeopolitiğin aktörlerini tanımaya ihtiyaçları var. İslamcı hareketlerin yeniden gündeme oturduğu bir dönemde, Türkiye’deki İslamcı entelektüellerin ‘solcu refikleriyle’ aynı siyasi dalga boyunda Arap isyanlarını komploya varacak düzeyde pejoratif bir şekilde ele alarak, 20.yy’ın bütün yükünü sırtında taşıyan bölgesel krizi en naif kestirme diplomatik çözüm önerileriyle ele almalarını bir daha gözden geçirmeleri gerekmiyor mu? Suriye’yi doğal afet yaşanmış gibi değerlendiren bazı İslamcı aydınların, AK Parti ve Erdoğan takıntısını aşarak ‘Suriyesiz Suriye’ analizlerinin gideceği bir yer olmadığını görmeleri gerekmiyor mu? Wikipedia düzeyini aşmayan etnik-mezhebi fay hatları hatırlatmalarına eskatolojik bir korkutma diliyle değinmenin çok bilgece veya kimsenin aklına gelmeyen derin bölge bilgisi anlamına gelmediğini görmeleri gerekmiyor mu? Baas rejimi altında yıllarca zulüm gören Kürtlerin, Suriye direnişinin en mazlum unsuru olması gerekirken, PKK marifetiyle üstlerine ‘Baas kiri’ sıçratılmasının, Suriye içerisindeki maliyetini göremeyen BDP ve etrafındaki çevrelerin, yüz bin kişinin ölümünü neredeyse solcu komplo teorileriyle meşrulaştıran ama ardından da ‘Rojava devrimi ve katliamı’ masalının peşine düşüp birkaç hafta içinde bütün iddiaları boşa çıkması üzerine bir kez olsun yeniden değerlendirme yapmayı düşünmüyorlar mı? Cari küresel sistemin tıkanmış II. Dünya Düzeni ve bölgesel düzenin statükosu makasındaki sorunlar için Türkiye’yi müstehzi bir dille sorumlu tutmak yerine yapısal sıkıntılara da odaklanmak gerekmiyor mu? Başbakan veya Dışişleri Bakanı’nın bir açıklamasından cımbızla çekilmiş bir cümle üzerinden diskur analizleri ve anakronik mukayeseler yapmak belli ölçüde polemik tatmini sağlasa da, ilgili dış politika konusuna dair ciddiye alınacak bir eleştiri gerçekten ortaya koyuyor mu?
DIŞ POLİTİKANIN YALNIZLIĞI
Soruları artırmak mümkün. Eğer Türk dış politikasının yaşadığı sıkıntılara rağmen kendisini eleştirenlerin tutarsızlıkları karşısında çok daha muhkem bir görüntü veriyorsa, ortada daha büyük bir sorun var demektir. Bu sorunun ismi gerçekten tam anlamıyla ciddiyetsizlikten ibaret. Bu yönüyle de aslında ‘yalnız dış politikadan’ çok daha fazla ‘dış politikanın yalnızlığından’ bahsetmek gerekmektedir. Evet, sebep-sonuç ünsiyetinden kurtulmuş jenerik değerlendirmelerin, her konu için geçerli mantıksal indirgemelerin makasında kalan bir dış politika analizi trendi var karşımızda. Hal bu olunca da gerçekten bir dış politika eleştirisinden bahsetmek mümkün değil. Kaldı ki dünyada ‘dış politika’ küresel bir bunalım döneminden geçiyor zaten. Belki de 1990’lardan beri ‘en yalnız’ dönemini yaşıyor ‘dış politika’. Dünya genelinde, 11 Eylül’ün açtığı yarayla beraber, ekonomik krizin de etkisiyle küresel kurucu bir siyasetten bahsetmek gerçekten çok zor. Bu yönüyle sadece mali cari açık yaşanmıyor, aynı zamanda küresel siyasi açıktan da bahsetmek mümkün. Neredeyse hem siyasi-güvenlik (BM-NATO-UAE) hem de ekonomik (IMF-DTÖ) anlamda ciddi boyutlarda ‘açıklar’ bulunuyor. Benzer şekilde, müstakil ülkeler anlamında da, ekonomik krizden etkilenmeyen ve dış politikası belli bir vizyona sahip fazlaca aktör de bulunmuyor. Dış politikanın bu kadar yalnız kaldığı küresel ortamda Türkiye’nin aktif olması sevabıyla günahıyla geleceğe yatırım anlamına gelir. Kaldı ki bugün ‘ilişkilerimiz bozuldu’ denilen ülkelerin tamamıyla da on yıl öncesine kadar, bırakın ‘bir politika izlemeyi’, kâğıt üzerinde ve sadece ‘ilişki’ düzeyinde bir ünsiyetimiz bulunmaktaydı. Bugün ilişkiler ‘bozuldu’ diye eleştirenlerin, geçmişte de ‘eksenimiz kaydı’ korosunun öncüleri olduğunu hatırlatmakta fayda var.
Hal bu iken Sykes-Picot nöbetini sorgulamak 20.yy’da yaşayanlar için içinden çıkılacak bir durum değildir. Onlar liberal dünyalarının dehlizlerinde Pareto-optimal ‘temiz dış politika’ fantezileri kurmaya devam edebilirler. Lakin ne krizsiz bir dünyada ne de sürekli zaferler getiren bir hayatta yaşamadığımız aşikâr. Değişim sancılarının artık iyice derinleştiği bölgemizde en son göreceğimiz şey travmasız bir konsolidasyon süreci olacak. Türkiye ya konsolidasyon sürecinde aktif bir aktör olarak değişimden ve onun aktörlerinden yana taraf olacak ya da çok daha uzun süreli siyasi ve ekonomik bedeller ödemeye razı olacak. Nihayetinde tarihi akışın bir ‘durdur’ tuşu bulunmuyor. Hangi siyasi ve ekonomik durumda yakalandıysanız o halinizle imtihandan geçeceksiniz. Aksi takdirde ‘dış politika olmasaydı, dış ilişkilerimiz iyi olurdu’ düzeyinin somut önerilerini herkese göstermek zorunda kalırsınız.
[Star Açık Görüş, 08 Eylül 2013]