20. yüzyıl Türkiye modernleşmesi, ikilemlerin, karşıtlıkların, birbirini dışlayan ötekilerin siyasetten gündelik hayata her alanda karşımıza çıktığı bir modernleşmedir. 20. yüzyılda Türkiye, devlet-toplum, din-devlet, halk-aydın, gelenek-modernlik, Batı-Doğu, kurum-birey, formel-enformel vb. birçok ikilemin arasına sıkıştı.
Türkiye toplumu, bir önceki yüzyıl Batılılaşmasından devşirilen “eski- yeni” geriliminin yeni varyasyonlarıyla sarıp sarmalandı. 21. yüzyılda dünya, tek taraflı bağımlılıktan, karşılıklı bağımlılığa doğru seyreden bir küresel gerçeklik düzeniyle tanıştı.
Batı merkezli dünya egemenliğini temsil eden aktörler, bu yeni küresel gerçeklik düzenine uyum sağlayabilmek ve güçlerini muhafaza edebilmek adına son derece agresif bir tutum sergilediler. Yaşanan süreci kendi lehlerine çevirebilmek için bütün “kriz bölgeleri”nde düzen bozucu bir rol oynadılar
21. yüzyılda Türkiye bu zorlu sürecin bir parçası haline geldi. Bir yandan çevresinde yaşanan olumsuz gelişmelerin etkisi altında kaldı. Diğer yandan dünyanın en büyük kriz bölgesinde, Ortadoğu’da “düzen kurucu” bir aktör olmaya çalıştı. İddiasıyla mütenasip bir devlet yapısının olmadığını bile bile yaptı bunu. Risk aldı. Bedel ödedi.
Fakat ayakta kalmayı başardı. Dahası bu süreçte çok ciddi bir dönüşüm ve yenilenme yaşadı. Karşılıklı bağımlılığın esas olduğu küresel gerçeklik düzeninin büyüyen bir partnerine dönüştü.
Ekonomik ve kültürel entegrasyon kuşakları oluşturmak suretiyle zenginleşti. Bölgesinde itibar kazandı.
Paradigma Değişimi
Evet tam da bu süreçte, 2002 sonrasında Türkiye siyasetten ekonomiye, kültürden yönetişime birçok alanda çok ciddi bir paradigma değişimi yaşadı. Bu değişimin kaynağında iki dinamik yer almaktadır.
Birincisi “toplumsal değişim talebi”. Toplum, Türkiye’nin dışa açılmasını istedi. Bütün baskılanma ve bastırılma girişimlerine rağmen kendi modernliğini inşa etti. Devlet elitlerinin arkasından değil, önünden gitti.
Değişimin kaynağındaki ikinci dinamik ise “siyasal liderlik başarısı”dır. 20. yüzyıl Türkiye’si, bazı sınırlı dönemler dışında “siyasi liderlik”ten yoksun bir biçimde “idare” edildi. Ülkenin “siyasi liderlik”le yönetildiği dönemler ise siyaset dışı unsurların müdahalesiyle kesintiye uğratıldı. Bürokratik oligarşi bütün bu sürecin ana aktörü olarak varlık gösterdi. İlginç bir biçimde, bu yapı, 1930’ların Kemalizminden de, 1950’lerin Amerikan evrenselciliğinden de, 1960’ların Baasçılığından da, 1980’lerin askeri darbeci zihniyetinden de beslenerek büyüdü. Ne zamana kadar 2000’lerin başına kadar. 2000 sonrasında bu yapı gittikçe artan oranlarda zayıflatıldı. Alanı daraltıldı.
Hal böyle olsa da “bürokratik oligarşi” dediğimiz o kötücül aygıt bütünüyle sahneden çekilmedi. Bugün bu aygıt belki siyasi alanı kendi başına dizayn etme kudretinden yoksun. Ancak siyasetin önüne koyduğu hedeflere karşı ayak direme becerisine hala sahip. Mevcut anayasal çerçeve ve hükümet sistemi içerisinde bu yapıyı ıslah etmek, devleti 2002 sonrasında yaşanan siyasi dönüşüme bütünsel olarak uyarlayabilmek de mümkün değil.
Türkiye’nin siyasi liderlikten yoksun olduğu, toplumun değişim talebinin baskılandığı 1990’lı yıllarda kendisini Milli Görüş hareketinden ayrıştırarak bütün Türkiye’ye hitap edebilecek şekilde yeniden kuran Recep Tayyip Erdoğan hareketi, 2002 sonrasında “hizmet siyaseti” ile bütün ülkenin benimsediği başarılı bir siyasi liderliğe dönüştü. Toplumun refah, adalet, özgürlük, istikrar, tanınma ve itibar talepleri karşılık buldu. Toplumun özgüveni artmaya, siyaseti esareti altına alan korku kültürü etkisini yitirmeye başladı.
Bu dönemden sonra Türkiye, yeni bir modernleşme sürecine, kendi modernliğini inşa sürecine girdi. Normalleşme ve kurumsallaşma süreçleri beraber ilerledi. Süreklilik içinde bir değişim çizgisi tutturuldu. Mücadele ve inşa el ele gitti. Adalet ve kalkınma birbirinin alternatifi olarak değil, mütemmim cüzü olarak kabul gördü.
Yeni Evrede
Zorlu bir süreçten geçilerek bugüne gelindi. Mayıs ayı, Türkiye siyasetinde hatırı sayılır bir değişimin yaşandığı ay oldu. AK Parti genel başkanı ve başbakan bir seçim olmaksızın, parti yönetiminin iradesiyle değişti. Bu değişim bir krize yol açmadan, aksine bir yenilenme duygusu yaratacak şekilde cereyan etti. Söz konusu geçiş sürecinin böylesi olumlu bir hava içinde gerçekleşmesinde de “siyasi liderlik başarısı”nın ve “toplumsal değişim talebi”nin etkili olduğunu söylemeliyiz. Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi liderliği ve toplumun yeni sistem değişimine ilişkin talebi bu sürecin kazasız belasız hayata geçirilebilmesini mümkün kıldı.
Bu yeni dönemde AK Parti’nin önünde duran çok hayati bir rol, icra etmesi gereken tarihsel bir misyon var. Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu yeni toplum sözleşmesini resmileştirmek ve yeni hükümet sistemini hayata geçirmek. Bu yeni toplum sözleşmesi, devletin toplumu, tarihi ve çevresiyle yaşadığı helalleşmeyi resmileştirecek, günün ihtiyaçlarına cevap verecek, her bir ülke vatandaşının hukukunu gözetecek, evrensel ve milli değerleri harmanlayacak ve yerli bir perspektifle kaleme alınacak bir metin olmak durumundadır.
Kurulacak yeni hükümet sistemi ise siyasal istikrarı temin edecek, hızlı ve etkin bir yürütme yapısını kuracak, hesap verilebilir, şeffaf bir yönetim modeli oluşturacak, kuvvetler ayrılığı ilkesini hayata geçirecek ve halkın doğrudan liderini seçmesine imkan tanıyacak bir şekilde düzenlenmelidir. Türkiye’nin yaşadığı siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel dönüşümlerin yasal altyapılarının sağlanması, günümüz ihtiyaçlarına uygun bir hukuki çerçevenin inşa edilmesi elzemdir. Türkiye, bu dönüşüm sürecini yaşarken bir yandan güvenlik sorunlarını aşmak, terörle mücadele etmeye devam etmek zorunda. Bu noktada şunun altını çizmekte yarar var. Ülkenin milli ve yerli unsurları ne denli bir araya gelebilir, sorunlarını ne denli bir arada çözebilirse “dış operasyonlara” ve “terör manipülasyonu”na o denli kapalı hale gelir.
Türkiye’de ne yazık ki CHP ve HDP’nin başını çektiği “yıkıcı muhalefet” ciddi bir enerji kaybına yol açmaya devam ediyor. Bu iki partinin, terör örgütlerinin ve paralel devlet yapılanması gibi suç örgütlerinin peşinden giderek siyaseti kirletiyor olması her ne olursa olsun mücadele edilmesi gereken bir unsurdur. Bu bağlamda TBMM’de dokunulmazlıkların kaldırılması ve bu süreçte “yeni CHP” adı verilen yapının HDP’yle olan birlikteliğinin açığa çıkmış olması ülke adına çok önemli bir siyasi kazanımdır. Bununla birlikte HDP ve CHP’nin el ele vererek “sokak hareketleri”ni örgütleme ve diğer siyaset dışı unsurlarla bir araya gelerek demokratik siyasete saldırma ihtimallerine karşı da her daim teyakkuzda olunmalıdır.
Türkiye bütün bunların yanında “ekonomik büyüme motorunu yeniden çalıştıracak” ve yaşadığı “ekonomik durağan”lığı aşacak bir yapı oluşturmak zorundadır. Nicel büyüme ve nitel gelişme birbirilerini beslemesi gereken süreçlerdir. Kendilerini toplum ve tarih üstü gören aktörlerin en büyük yanılgısı, “nitel gelişme” hayrına “nicel büyüme”yi küçümsemeleridir. Türkiye, “nicel büyüme” ve “nitel gelişme”yi bir arada başarmak zorundadır.
Zira, 21. yüzyılda Türkiye, içinde dikotomilerin değil, karşıtlıkları aşan karşılıklı etkileşimlerin yer aldığı bir modernliği inşa etmektedir. Etmelidir.
[Kriter, 1 Haziran 2016].