Türkiye’de uzun süredir sistem değişikliği tartışılıyor. Bu tartışma yakın dönemdeki iki gelişme ile yeniden çok sıcak bir şekilde gündeme geldi. 7 Haziran sonrası süreçte hükümetin kurulamaması herkesin aklına 90’lardaki koalisyon tecrübesini getirirdi. 1 Kasım ile birlikte Türkiye yeniden tek parti iktidarına kavuşsa da sistemin çift başlı yapısı potansiyel sorun alanları doğurdu. AK Parti’deki kongre ile bu kriz aşıldı. Ancak hala yapısal bir çözüm bulunmuş değil. Bütün bunları Haluk Alkan ile konuştuk.
Geçtiğimiz günlerde AK Parti’de genel başkan değişikliği oldu ve bunun için gösterilen nedenlerden biri de senkronizasyon sorunuydu. Bu durumu bir sistem krizi olarak değerlendirebilir miyiz?
Türkiye’de 1982 Anayasası cumhurbaşkanı yetkilerini parlamenter sistemlerde görülmedik ölçüde artırdı. Hemen hemen yarı başkanlık sisteminde cumhurbaşkanına tanınan güçlü yetkilerin benzerleri, yumuşatılarak Anayasa’nın içine alındı. Örnek verirsek yarı başkanlık sistemlerinin ayırt edici özelliğinin cumhurbaşkanının meclisi fesih yetkisi olduğu sıklıkla dile getirilir. 1982 Anayasası’nda 45 günlük süre içinde hükümetin kurulamaması durumunda Cumhurbaşkanı seçimlerin yenilenmesine karar verebiliyor. Rusya’da bu yetki Cumhurbaşkanının önerdiği başbakan adayına Duma’nın iki defa onay vermemesi üzerine kullanılabiliyor. Dikkat ederseniz bizdeki seçimleri yenileme yetkisi ile Rusya’da tanınan yetki rahatlıkla birbiri ile karşılaştırılabilir düzeydedir. Bu tip durumlara daha birçok örnek bulabiliriz.
2007’de mecbur kalınan değişikliğin rolü ne?
2007 yılında yapılan değişikliklere kadar 1982 Anayasası’nda cumhurbaşkanına yüklenen misyon farklıydı: Güçlü yetkiler daha çok vesayetin ajanı olarak sisteme müdahale etmesi için cumhurbaşkanına verilmişti. 2007’deki anayasa değişikliği ile cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi esasının benimsenmesi Türkiye’yi bir tür yarı başkanlık modeline dönüştürmüştür. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği ve parlamenter sisteme göre güçlü yetkilere sahip olduğu ülkelerde temel bir özellik var; bunlar tek biçimde işleyen modeller değildir. Başkanlık ya da parlamenter sistemin işleyişi tek biçimlidir. Yarı başkanlık modeli karma bir tarzdır. Bu sistem zaman zaman parlamenter, zaman zaman başkanlık sistemi gibi işleyebilir. Dolayısıyla 2007’den beri Türkiye’nin modeli yarı başkanlığa yaklaştığı için yarı başkanlık sistemin- deki bu özellikler de aynen ülkemizde de yaşanır hale gelmiştir ya da gelecektir. Burada dikkat edilmesi gereken husus şurasıdır; Cumhurbaşkanı ile hükümet aynı partiden, parlamento çoğunluğu da o partiden olursa partinin içinde kim daha güçlüyse sistem ona göre işler. Otorite başbakanın elindeyse ona göre işler, sistem parlamenter sistem gibi çalışır; cumhurbaşkanındaysa sistem başkanlığa yakın çalışır. İkisi birbirinin önceliğini tanımazsa sistem kilitlenir. Fransa’da bu yaşanmıştı mesela.
Fransızlar bunu nasıl çözdüler?
Kurallar çözüm üretmedi. Uygulamada cumhurbaşkanı ve hükümetin farklı siyasi eğilimlerden geldikleri bir yürütme yapısı çıktığında cumhurbaşkanı başbakanın önceliğini tanıdı ve sistem parlamenter sisteme yakın çalıştı. Aksi durumda ise cumhurbaşkanı sistemin işleyişinde öne çıktı. Bakıyorsunuz iktidarda sosyalist bir cumhurbaşkanı, parti sosyalist, sistem başkanlığa yakın, yani cumhurbaşkanı merkezli işliyor. Fransa kohabitasyon (cumhurbaşkanı ve başbakanın farklı siyasi partiden olmaları) sorununu çözmek için 2000’de Anayasası’nı değiştirdi. Cumhurbaşkanı ile parlamentonun görev süreleri eşitlendi. Şimdi bu ülkede Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimleri birbirlerine yakın zamanlarda yapılıyor. Genellikle aynı seçmen eğilimleri seçimlerde etkili olduğu için de 2000 sonrasında Fransa’da sistemin işleyişinde cumhurbaşkanı iyice öne çıkmış bulunuyor.
Fransa’da bu durum kriz üretmedi mi?
Kriz çıkmadı ama kohabitasyon dedikleri her an krizin patlayabileceği bir ortam oluştu. Kriz olmasa dahi sistem kriz üretebilecekti. O zaman da anayasa değişiklikleriyle sistemin kriz üretebilme potansiyelini zayıflattılar. Aslında bugün bizim başkanlık sistemini ya da Anayasa’da revizyonu tartışmamızın sebebi krizin ileride çıkmamasını sağlamak için sistem değişimine gitmek arayışıdır.
Burada AK Parti’deki genel başkan değişikliğini bu bağlamda okuyabilir miyiz?
Sistemlerin iyi işlemesi için gerekli olan ayaklar farklıdır. Örneğin parlamenter sistemin işlemesi parlamentoya bağlıdır. Parlamentoda istikrar varsa yürütme istikrarı vardır. Parlamentonun bileşimi sistemin nasıl çalışacağını doğrudan etkiler.
Başkanlık sistemlerinde iki seçim var biri başkan: yürütmeden sorumlu, diğeri de parlamento. Sistemin işleyişi iki aktörlüdür, başkanla yasama ilişkileri sistemin nasıl çalışacağını belirler.
Yarı başkanlık sistemlerinde ise üç tane aktör vardır: cumhurbaşkanı, başbakan ve parlamento. Üç aktör arasında ilişki iyi kurulmalı ki sistemde kilitlenme yaşanmasın. Şimdi cumhurbaşkanı güçlü yetkilere sahip seçimli bir makam, tekrardan seçilebilmesi mümkün. Anayasada ne yazarsa yazsın bu nitelikler siyasi anlamda işlevsel olabilecek bir konuma işaret etmektedir. Cumhurbaşkanı halk tarafından seçiliyor ve bir dönem daha seçimlere girme hakkı var. Vaatlerini gerçekleştirecek, sonra da halka gidip beni bir daha seçin diyecek. Siz istediğiniz kadar anayasada tarafsızdır deyin ancak bu hukuki bir tarafsızlıktır siyasi değil. Cumhurbaşkanı siyasal bir aktördür artık.
2014 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçiminde Ekmeleddin İhsanoğlu, CHP ve MHP’nin adayı olduğunda Türkiye’nin tarafsız bir cumhur- başkanına ihtiyacı olduğunu söylemişti. Sonra kampanya ilerledikçe bu söylemi terk etti. Bir şeyler vaat etmeye başladı. Çünkü bir seçimde en tarafsız ben olacağım diyerek oy toplayamazsınız. Bunun siyaseten bir karşılığı yoktur.
Hukukçularla siyaset bilimcilerin ayrıldığı nokta budur. Bizim en büyük hatalarımızdan biri de bu meseleyi hep hukukçular üzerinden tartışıyoruz, onlar da hep kuraldan giderek soruna odaklanıyorlar. Oysa siyasallaşma dediğimiz bir olgu vardır. Dolayısıyla cumhurbaşkanının siyasetle ilişkisini kestiğiniz zaman, o üç aktörden birinin kolunu kanadını kırıyorsunuz. Cumhurbaşkanı ne Parlamentodaki grubuyla ilişki kurabiliyor ne de hükümetle, ama yetkileri güçlü biri. Bu böyle olduğu zaman sistem iyi çalışmaz. Nitekim Turgut Özal Cumhurbaşkanı olduktan sonra parti grubu ve hükümetle bağlarını kurmaya çalıştı, kuramayınca zayıfladı. Süleyman Demirel de aynı şeyi yapmaya çalıştı, kuramadı ama 1982 Anayasası’nın mantığına uygun hareket etmek gibi stratejik bir değişikliğe gitti. Vesayetçi sistemin cumhurbaşkanı rolü oynayınca sistem içinde konumu da güçlendi. Oysa siyasetten gelen her lider vesayetçi bir cumhurbaşkanı rolü oynamak durumunda değil. Siyasi bir lider olarak cumhurbaşkanı olmak istediği zaman bu sistem sizi çalıştırmaz.
Vesayete dayanması da Demirel’in bütün demokratik mirasını bitirdi diyebilir miyiz?
Tabii ama şunu itiraf edelim, sistemi çok iyi okumuştu. Yani siyasette varlık nedeninin bir asker gibi çalışmak olduğunu fark etmişti ve 28 Şubat’ta böyle davrandı. O yüzden sistem içinde önemli bir aktör oldu. Çünkü 82 rejimi böyle bir aktör üretiyordu.
Peki, bu nasıl aşılacak?
Şimdi bunu aşmanın yolu şu; bir cumhurbaşkanı seçim süreci varsa ve tekrar seçilebilmesi ilkesi Anayasaya getirilmişse cumhurbaşkanının siyasal alanla ilişkilerinin de kurulması lazım ki sistem doğru işlesin. Bir tarafta Anayasa’daki tarafsızlık maddesinin yanlış okunması diğer tarafta da partisi içinde lider olarak kabul edilen bir kişinin siyasetten tamamen dışlanmaya zorlanması aslında sistemi tamamen kilitler ve iyi çalışmasını önler. Sistemin iyi çalışması için gerekli olan üç aktörlü modeli de frenler. Dolayısıyla partili cumhurbaşkanlığı sistem için gerekli, cumhurbaşkanının parti ve hükümetle ilişiğinin kurulması lazım, aksi takdirde senkronizasyon sorunu yaşanır. Bugünkü sistemde kimin nerede duracağı, partinin nasıl yönetileceği belli değil.
Neden o zaman partili cumhurbaşkanlığını bir çözüm olarak düşünüyoruz?
Bu meseleyi çözmüyor sadece bir hatasını gideriyor. Dediğim gibi yarı başkanlık sisteminin en temel özelliği kimin daha yetkili ve etkin olacağı meselesidir. Yani ya başbakan ya da cumhur- başkanı bir diğerinin önceliğini kabul edecek. İkisi arasında bir uzlaşma olmazsa sistem kilitlenir. Yarı başkanlık sistemleri çok iyi anayasal mühendisliğe ihtiyaç duyan sistemlerdir. Yani parlamenter sistemlere ve başkanlık sistemlerine göre daha zordur. Dolayısıyla Türkiye’de partili cumhurbaşkanlığı olayın bir boyutunu çözer ama öncelikli olamaz.
Öncelikli olan şey Türkiye’de bu şartların yeniden gözden geçirilmesidir. Bakın Türkiye’nin önünde üç tane yol var. İlki, seçilmiş cumhurbaşkanı adı altında parlamenter sistemin tekrar ihya edilmesi ki bu çok zor bir şey. Cumhurbaşkanını halk seçecek ama yetkilerini azaltılacak, sembolik bir otorite olacak. Yüzde elli oy almış bir kişi hiçbir şeye müdahale edemezse, halk meşruiyet tartışması başlatır. Dolayısıyla parlamenter bir istikrarsızlık ortaya çıktığı zaman herkes cumhurbaşkanına döner ve der ki buna müdahale et. Oysa cumhurbaşkanının müdahale edeceği mekanizmalar yok. Bu, sistemi başka türlü kilitler.
İkinci alternatif yarı başkanlık, az önce dediğim gibi ciddi bir anayasa çalışması lazım, cumhur- başkanı ile başbakanın rolleri ayrı durumlarda ne olacak, aynı siyasi partilerden geldiklerinde ne olacak ayrı partilerdense ne olacak, bunun üzerine ciddi kafa yorulması lazım. Şu anki duru- mumuz yarı başkanlığa çok benziyor.
Üçüncü alternatif ise başkanlıktır. Türkiye bugün başkanlığı tartışıyorsa bunun sistemsel bir altyapısı vardır. Yani gelinen noktada, bir krizin oluşmaması için halkın doğrudan başkanı seçeceği, başkanın bakanları belirleyeceği ve baş- kanlık kararnamesiyle yürütme alanını düzenleyebileceği ve doğrudan halka hesap vereceği bir yapıya geçmek tartışılması gereken bir husustur. Bu nedenle öncelikli olan bence başkanlık sisteminin tartışılmasıdır ama diğer alternatifler de tabii ki tartışılabilir. Yani biz diğer yollarla da demokrasiyi kurumsallaştırabiliriz ama şu an geldiğimiz nokta itibarıyla başkanlık sistemini tartışmamız en uygun çözüm alternatifi olması nedeniyledir. O yüzden partili cumhurbaşkanlığının bir ara formül olduğunu düşünüyorum.
Başkanlık sistemine geçilebilmesi için anayasa değişikliği gerekiyor, bunun önünde de bir kurucu meclis tartışması var. Yeni bir kurucu meclis kurulması gerektiğini savunanlar var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu Meclis yeni bir anayasa yapar. Kimse kusura bakmasın, beş tane askerin yeni bir anayasa yapmasını kabul ediyoruz da halkın yüzde 80’ini temsil eden bir Meclisin anayasa yapamayacağını nasıl düşünebiliyoruz. Yeter ki bu meclis görüş birliğine varsın ve yeni bir anayasa yapacağız desin. Bunun en güzel örneği de 1924 Anayasası’dır. O zaman yapıldıysa, bugün de Meclis daha demokratik yöntemle yeni bir ana- yasa yapar. Anayasa tartışmaları yeni başladığı zaman da kurucu meclis ile ilgili bir düzenleme getirilebilirdi. Bunu o zamanlarda da savundum, itibar edilmedi. Mevcut Anayasa’da değişiklik yapma prosedürüyle yeni bir anayasa yapma prosedürü birbirinden ayrılıp düzenlenebilirdi. Ama bu bir zorunluluk değil.
Bu çelişkili bir şey olmaz mıydı?
Hayır, arada şöyle bir fark var, mevcut anaya- sayı değiştirme koşullarını hafifletiyorsunuz, ama yepyeni bir anayasa yapma koşullarını özel bir statüye bağlıyorsunuz. Yani anayasa beni lağvedecekseniz onun demokratik usulleri de şöyle olsun diyebilir. Bu zorunlu değildir ama eğer bir konsensüs sağlanamıyorsa, herkes yeni anayasayı kabul ediyor ama nasıl yapılacağına dair görüş birliğine sahip değilse bu düzenlenebilirdi. Mesela anayasa değişikliğinin doğrudan referanduma sunulabilmesiyle ilgili bir madde konabilirdi. Bu şekilde halk doğrudan inisiyatif almış olurdu.
Bunun dünyada bir örneği var mı?
Bazı anayasalarda var. Bir başka yöntem istişari referandum yöntemini bir kurucu irade oluşması için kullanmak. Örneğin İngiltere’de AB’ye girip girmeme konusunda ciddi sıkıntı yaşandı. Meclis çözemedi ve istişari referandumu dedikleri yöntemle halka gittiler. Çoğunluk evet deyince mesele çözüldü. İstişari referandumuna parlamenter sistemlerde gitmeyi engelleyecek hiçbir şey yok. Bizim sistemimizde yasamaya tanınan yetkiler asli yetkilerdir. Dolayısıyla mevcut Meclis bu yönteme başvurabilir. Bir konuyu halka götürmeyi engelleyecek hiçbir kural yoktur. O konuda kuralın olmaması da onun yasaklandığı anlamına gelmez. Meclis bu yetkisini hiçbir makama bağlı olarak kullanmaz, defacto olarak bu yetkisi vardır.
Türkiye’de bu da bir yol olabilir çözüm için. Türkiye’de herhangi iki partinin uzlaşması durumunda halkın inisiyatif almasının önünün açılabileceğini düşünüyorum. Bu diğer partiler için de uyarıcı olur, olayı bloke etmek yerine sürecin bir parçası olmak gerektiğini görürler.
Yerel yönetimleri güçlendireceği için başkanlık sisteminin federalizmi ve bölünmeyi getireceği söyleniyor. Sizce bunun doğruluk payı var mı?
Federal sistemle başkanlık sistemini karıştırıyoruz. Başkanlık sistemi gelecek diye Türkiye federal olacak deniyor. Bunun böyle olmadığını bilen insanların bile benzer şekilde konuştuklarını görüyoruz. Bazı ülkeler istese de üniter olamaz, üniter olsa parçalanır. Federal devlet de parçalanmak için kurulan bir devlet değildir. ABD gibi 13 devletin bir araya gelerek kurduğu bir yapıda üniter olalım deseniz bile bunu hayata geçirmekte zorlanırsınız. Aynı şey üniter devlet geleneği için de söz konusudur. Bu nedenle başkanlık sistemi ile yönetilen federal ve üniter devletler olduğu gibi, parlamenter sistemle yönetilen üniter ve federal devletler bulunmaktadır.
Osmanlı Devleti’nin de gevşek bir merkezi yönetime sahip olduğunu biliyoruz.
Bütün imparatorluklar gevşek yönetimlere sahip- tir. Çünkü iletişim kanalları kısıtlıdır ve nakdi vergi değil ayni vergi toplarlar. Bu desentralizasyondur, bunu federalizmle karıştırmamak lazım. Osmanlı Devleti o koşullar içinde merkezi devletlerden biriydi. Merkezden atama yapıyordu. Ordu anlamlı bir hiyerarşi oluşturacak şekilde çevreye yayılmıştı. Bu yüzden federal devletleri bununla karıştır- mamamız lazım. Bunlar farklı şeyler.
Amerika state diyor, biz eyalet diyoruz. Valileri halk seçsin diyoruz ama bizdeki vali il yöneticisi, Amerika’daki vali federe devlet başkanı. Bunları karıştırmamak lazım. Federal devletin kendi dinamikleri ile başkanlık sistemi farklıdır.
Ancak başkanlık sistemi güçlü bir yerel yönetim sistemine ihtiyaç duyar. Bunun öncelikli nedeni; yetki kullanan ile halkın denetimi arasında kurumsal bağların oluşturulmasını amaçlayan bir felsefeye sahip bulunmasıdır. Bu yüzden başkanlık sistemleri yarı doğrudan demokrasi yöntemlerine daha çok yer verilen sistemlerdir.
Burayı biraz daha açabilir misiniz?
Başkanlık sistemlerinde yarı doğrudan demokrasi yöntemleri gelişmiştir. Mesela halk kanun teklifini hazırlar ve Meclise sunar. Belli sayıdaki seçmen noter kanalıyla imza toplarsa kanun değişikliğini referanduma götürebilir. İyi çalışmayan temsilcisini görevden alarak yerine baş- kasını seçebilir.
Biz dört yılda bir seçiyoruz, bunun dışında karar alma sürecine müdahale aracımız yok. Temsilciyi hesap verilebilir kıldığınızda, demokrasinin hayata geçirilmesi de daha kolay oluyor.
Buna rağmen neden başkanlık sistemi ile yönetilen Latin Amerika ülkeleri kötüleniyor, otoriter ülkeler olarak anılıyor?
Latin Amerika ülkelerinde başkanlık sistemlerinin askeri darbelere yol açtığı çok örneklenmektedir. Ama bunun böyle olduğuna dair bir korelasyon yok, sadece Latin Amerika ülkelerinin tarihine bakılıyor, orada askeri diktatörlüklerin fazla olduğu görülüyor ve başkanlık sistemi buna yol açıyor deniyor. Başkanlık sisteminin buna yol açtığına dair elimizde bir neden sonuç ilişkisi yok.
Soğuk Savaş döneminde Latin Amerika’da ABD’nin istemediği bir merkezkaç sapma bütün dünya sistemini etkileyebilirdi. Bu yüzden ABD bölgeye çok hassas yaklaşmıştır. Kapitalist sis- temin yatırımlarını korumak için bölgedeki bütün siyasi değişimlere ordularla müdahale ettiler. Bu olguyu başkanlık sistemiyle açıklayamazsınız. Kaldı ki Soğuk Savaş döneminde parlamenter sistemle yönetilen ve ABD tarafından da hassas ilan edilen yerlerde de askeri darbeler yaşandı; Portekiz, İspanya, Yunanistan, Türkiye, Pakistan. Biz şimdi darbeleri parlamenter sistemle mi açıklayacağız. O zaman Türkiye’nin parlamenter sistemden hemen vazgeçmesi gerekir. Dünya değişti artık, 90’lı yıllardan itibaren darbeler rafa kaldırıldı. Türkiye’de de Latin Amerika’da da darbe dönemi bitti. O zaman hükümet sistemi- darbe ilişkisi doğru bir ilişki değil.
Diktatörlük ve darbe ilişkisi de doğru değil. Bir ülkenin diktatörlük olması hükümet sisteminden değil, yapısal bir takım dinamiklerden kaynaklanır. Hükümet sistemi de o yapıların üzerine kurulur, bu bir sonuçtur.
Bu eleştirileri yapanlara önerim şudur, Freedom House’da Latin Amerika ülkelerinin demokrasi endekslerindeki yerlerine baksınlar. Bu tartışmanın modası geçmiştir. Başkanlık sisteminin otoriter bir sisteme kapı araladığı tezi 60’ların, 70’lerin literatürüdür. Önemli olan başkanlık sisteminin avantajlarının parlamenter sistemin dezavantajlarını giderip gidermediği temelinde tartışmaların yapılmasıdır.
Türkiye’de bir parlamenter sistem geleneğinin olduğundan bahsediliyor, bu başkanlık sistemine geçişin önünde bir engel mi?
Bizim öyle bir geleneğimiz yok. 1876 dönemin- de Meclis-i Mebusan toplam kaç yıl açık kaldı bakmak lazım. Sopalı seçimler denilen bir olgu var Osmanlı döneminde.
Türkiye’de modernleşmenin iki tane aktörü vardı: hanedan ve bürokrasi. 1876 Anayasası’nı getirenler hanedana darbe yaparak bunu gerçekleştirdiler. Ama daha sonra hanedan İkinci Abdülhamit döneminde karşı müdahalesini yaptı ve sisteme hakim oldu. İkinci Meşrutiyet ile bu mücadelenin hanedan tarafı yenilgiye uğradı. Ama bu sefer bürokrasi farklı bir durumla karşılaştı: Meclis. Bundan sonraki modernleşme sürecinin, bürokratik elitler ile seçime dayalı kurumlar arasındaki bir mücadele olarak yaşandığını söylersek yanılmış olmayız. Türkiye’de seçime dayalı tek kurum olan Meclis ve oradaki çoğunluğa dayalı olarak iktidara gelen hükümetin sınırlı bir alanda tutulması, gerektiğinde bloke edilmesi, 1961’den beri anayasa geleneğinin temel amacını oluşturmuştur.
Bizim geleneğimizde siyasi hayatın Meclis merkezli işlediği dönemsel örnekler sınırlıdır. Çok partili hayata geçiş sonrası 1950-60 arası sistem gerçekten meclis merkezli işlemiştir diyebiliriz. Ancak 1924 Anayasası’nın tam anlamıyla parlamenter bir kurguya sahip olmadığını da burada belirtmemiz gerekiyor.
1961 Anayasası’nın ilan edilmesinden sonra ne oldu?
Gerçek manada parlamenter sisteme geçiş 1961’de yaşanmıştır. 61 Anayasası parlamenter ruha sahipti. Ömrü 71’de bitti, baktılar bu parlamentarizm Türkiye’ye ağır geliyor, bu sefer de yürütmeyi güçlendirmeye çalıştılar. Bu arayış da ürününü 82’de verdi. Parlamenter sistemi de gerçekten böyle bir sisteme geçelim diye getirmedik. Aksine Mecliste çoğunluğa sahip reformist bir hükümetin anayasal mekanizmalarla sınırlandırılması amacı, parlamenter bir formülasyonla hayata geçirildi. Örneğin TBMM’de oluşan çoğunluğu ve gerektiğinde hükümeti bloke etmek amacıyla Senato getirilmiştir. 1982’de bir taraftan yürütmeyi güçlendirmek diğer taraftan da parlamentoda reformist bir hükümeti bloke edebilmek amacı birlikte gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bunu da cumhurbaşkanına vesayet ajanı olarak engelleyici ve bloke edici yetkiler vererek yapmaya çalıştılar. Cumhurbaşkanının bu kadar güçlendirildiği bir sistemin parlamenter sistem olarak kabul edilebilmesi mümkün değil. Dolayısıyla siyasette bir geleneğimiz var ama buna parlamenter sistem geleneği demek çok zor.
Peki neden bu kadar korkuluyor sistem tartışması yapılmasından?
Bunu birkaç nedene bağlı olarak açıklayabiliriz. Birinci neden, Türkiye’de sağ sol dengesidir. Yani Türkiye’de sağ siyasetin ve sol siyasetin dengesinin aşağı yukarı, yüzde 65 yüzde 35 dengesin- de şekillenmesidir. Dolayısıyla insanlar sanıyor ki başkanlık sistemine geçildiği takdirde sağ muhafazakar siyaset her zaman iktidara sahip olacak ve bu iktidarı ipoteğine alacak. Oysa bugünkü sistem parlamento pazarlıklarına açık ve siyasi işleyişte istikrarsızlık ortaya çıktığı zaman, küçük partilerin yani yüzde 30’un alanı açılıyor. Yüzde 30 istikrarsızlık sayesinde yönetebilir hale geliyor. Dolayısıyla bizde parlamenter sistemin istenmesinin bir nedeni de istikrarsızlığın arzu edilmesidir. Uzlaşma dedikleri şey de aslında budur. Gerçekten uzlaşmaya ihtiyaç duyulduğu zamanlarda ise çıtayı o kadar yüksekte tutuyorlar ki uzlaşma gerçekleşmiyor. Uzlaşmadan anlaşılan bu anlamda azınlığın yönetimidir. Bu çoğunluğun yol açacağı bir despotizm kadar hatta ondan çok daha tehlikeli bir durumdur.
İkincisi, Türkiye’de çoğulculuğu temel alan yeni bir anayasa ve siyasal kurumsallaşma ile tamamıyla halka hesap verebilir otoritelerin oluşturulmasıdır. Bu, Türkiye’de hep siyaset dışı güçlerle ilişki halinde güç kazanan bir siyaset yapma tarzının sonunu getirecek. Vesayete dayanarak siyaset yapmak başkanlık sisteminde mümkün değil. Başkanı seçiyoruz, düzenleme, personelini atama, kararname çıkarma yetkisi veriyoruz. Şimdi bu kişi kendi üzerinde vesayet üretebilecek otoriteler üretir miş Böyle bir sistemde vesayet alanlarının oluşması zordur. Dolayısıyla vesayete dayalı bir siyaset tarzının da kendine yer bulabilmesi mümkün değildir.
Peki ya bu bahsettiğiniz güçlü başkanın dengelenmesi ve denetlenmesi nasıl olacak?
Öncelikle, başkanlık sistemi vesayet konusunda problemsizdir. Başkan halka hesap veriyor. Dört veya beş yılın sonunda halka hesap veriyor. Onun kendi alanındaki otoritesini tanıdık ve yürütme otoritesi olarak gereksinim duyacağı bütün yetkileri verdik. Dolayısıyla kararlarının sorumluluğu da başkana aittir. Yanlış yaparsa şikayet edemez. Parlamenter sistemde başbakanlar hep ağlıyor. Bürokratik oligarşi diyor. Biz de bu adam ne diyor, biz seçmedik mi demiyoruz. Çünkü biliyoruz ki gerçekten sistemde onların elini kolunu bağlayacak mekanizmalar var. Ama başkanlık sisteminde yok. Başkanlık sisteminde seçilen ağlayamaz. Ağlarsa o zaman kusura bakma, mızıkçılık yapıyorsun derler.
İkinci olarak, başkanın otorite alanı yürütmeyle sınırlıdır. Başkanı çok güçlü yapmamız demek, başkanın yasama ya da yargı üzerinde güçlü bir otorite olması anlamına gelmiyor. Başkanın güçlü olması demek, onun seçtiğimiz alanda güçlü olması demektir. Dolayısıyla başkan yasamayla ve yargıyla çalışmak zorunda olan bir alt organdır aynı zamanda. Kendi alanına hakimdir ama yasal alanına. Başkanlık sisteminde başkanın hareket alanı yürütmeyle sınırlıdır.
Üçüncüsü, başkanın süre kısıtına tabi olan bir otorite olduğunu unutmayalım. Başkanın ömrü örneğin Türkiye’de beşer yıldan on yıldır. On birinci yılda biz başkanlık makamında aynı ismi göremeyiz.
Dördüncü olarak, parlamentonun başkanı görevden alma yetkisini unutmamak gerekir. Baş- kan, bizim gensorudan farklı olarak genellikle cezai konularla ilgili meclis tarafından suçlanıyor. Ya meclis tarafından görevden alınıyor ya da yargılanmak üzere mahkemeye sevk ediliyor. ABD örneğini verirsek temsilciler meclisi suçlu- yor başkanı, senato üçte iki oy çokluğu ile görevden alabiliyor. Hatta senatonun o oturumuna da anayasa mahkemesi başkanı gelip başkanlık yapıyor. Şimdi dolayısıyla başkan öyle sınırsız bir otorite değil. Eğer sınırlarını fazla aşar ve meclisi gerçekten rahatsız ederse meclis impeachment yetkisi ile başkanı görevden alabilir.
Beşincisi ve son olarak, başkan yasama alanına giremez. Başkan bütçe tasarısını hazırlar ama bütçenin kabul edilmesi vesaire tamamıyla meclise aittir. Meclis bütçeye onay vermezse mesela başkan hiçbir şey yapamaz. Dolayısıyla başkan aslında yasamaya bu anlamda da bağımlı durumdadır. Başkan yürütme alanında güçlü bir otoritedir. Tüm devlete hakim olan bir otorite değildir. Yasama bileşimini ve hassasiyetleri dikkate almak zorunda olan bir yöneticidir.
Siz bunu dünyada uygulanan başkanlık sistemlerine göre söylüyorsunuz. Peki, Türk tipi başkanlık sisteminden ne anlaşılması gerekiyor?
Amerika’daki kurumları aynen getirip Amerikan modelini getirdim deseniz de o Amerikan modeli olmaz. Türkiye modeli olur. Çünkü her toplumun sosyokültürel ekonomik yapısı, tarihsel özellikleri ve uluslararası ilişkilerde konumlanması farklı olduğu için o sistemin işleyişi de kendine özgü olacaktır. Bir kere bunun altını çizelim. Mesela Hindistan bütün kurumlarını olduğu gibi İngiltere’den aldı ama Hindistan’daki parlamenter model Hindistan’a özgüdür.
Tek parti döneminde Türkiye’nin kanunlarını dışarıdan alması gibi…
Evet ama biz hiçbir zaman İsviçre olmadık. İkinci olarak da her ülkede kriz çıkma dinamikleri farklıdır. Mesela Amerikan toplumunda devlet organları arasında bir anlaşmazlık olduğu zaman Amerikan toplumu bunu bir kriz olarak algılamaz. Bizde ise tersine, iki devlet kurumu arasında oluşacak anlaşmazlıktan çok korkulur, uyumlu olmaları istenir. Her toplumun siyasi meşruiyeti algılama biçimi farklıdır. Her toplumun kriz çıkarma noktaları farklıdır. Bizde uzlaşma kültürü zayıftır. Ama İskandinav ülkelerinde uzlaşma kültürü çok yüksek. Almanya’da merkez sağ ve sol bakıyorlar ki olmuyor hemen koalisyon kurabiliyorlar. Türkiye tarihinde bir tek DYP-SHP koalisyonu vardır. O da zaten Demirel’in önceliğini Erdal İnönü kabul ettiği için olmuştur.
Dolayısıyla başkanlık sistemini uyguladığımız zaman krizlerin çıkmaması için kurumları nasıl dizayn etmemiz gerektiği sorusu önemli. Bu noktaya girdiğimiz zaman bize özgü bir model ortaya çıkar. Mesela eş zamanlı seçim deniyor. Neden1 Çünkü bizde yasama ile yürütme arasında anlaşmazlık çıktığı zaman krizin derinleşme ihtimali daha yüksektir. O yüzden bizim başkanlık sistemimizde bunu minimize etmemiz lazım. Olumsuz yönleri törpüleyecek, olumlu yönleri varsa onu da sistemde demokratikleşme yönünde kullanılabilecek tarzda kurumların dizayn edilmesi lazım. İşte bu dizaynı yaptığımızda ortaya çıkacak model Türkiye modeli olur. Hangi sistem üzerinde konuşursanız konuşun, tıkanıklıkları giderici metotlar getirmemiz lazım.
Sistem değişikliğinin sokaktaki insana yansıması nasıl olacak?
Bir kere hesap verilebilir şeffaf bir demokrasinin inşa edilmesi açısından yararlı olacak. Parlamenter sistemin mantığına göre bir defa oy vererek meclisi oluşturuyoruz. Meclisteki pazarlıklarla hükümet kuruluyor. Sonra bakanlara karar veriliyor. Onlar bürokratları atıyor. Atanmış bürokratlar, hazırladıkları formülasyonlarla bakanları ikna etmeye çalışıyor. Bizden uzaklaştıkça bizim onu kontrol etme yeteneğimizin olmadığını görüyoruz. Üretilen kararla benim talebim arasındaki ilişki açılıyor. Oysa başkanlık sistemi karar veren otoriteyle seçmenin ilişki- sini yakınlaştırır. Yani başkanı seçiyorum ama başkanın verdiği kararla artık birebir bağlantı kurabiliyorum. Dolayısıyla ben ona hesap sora- bilirim artık. Güç merkezinin daha çok seçmende olduğu bir sistem başkanlık sistemi.
Diğer taraftan iyi bir seçim sistemi ile başkanlık sisteminde temsilci ile onu seçenlerin arasındaki ilişkiler de yakınlaşıyor. Çünkü yasama da seçmene hesap vermek zorunda. Yarı doğrudan demokrasi metotları kullanılabilir burada. Yani bir tarafta yürütmeyi kontrol etme gücü diğer taraftan da temsilcinin denetim inisiyatifi seçmende olacak.
Genellikle parlamenter sistemlerde yargının halka hesap verebilir bir rolü de yoktur. Yargı karar verir, ülke karışır yargıçlara bir şey olmaz. Türk milleti adına karar verir ama Türk milletine hesap vermez. Başkanlık sisteminin gözden kaçan bir özelliği var. Başkanlık sisteminde görevi kötüye kullanan üst düzey yargıçlar impeachment yoluyla görevden alınır. lmpeachment sadece başkan ya da bakanlara uygulanmaz. Bu yetki yüksek yargıçlara da uygulanır. Örneğin bir yüksek mahkeme ya da Anayasa Mahkemesi üyesi de görevi kötüye kullandığı için görevden alınabilir. Başkanlık sisteminde üst düzey yargıçlar seçilebilir halk tarafından. Ama daha çok üst düzey yargıçların atanmasında iki seçimli otorite hareket eder. Ya Amerikan örneğinde olduğu gibi başkan önerir senato onaylar, yani doğrudan halk tarafından seçilmiş iki otorite yargıçların atanmasında ortak irade kullanır, ya da yüksek mahkeme yargıçlarının bir kısmını yürütme atarken, diğerlerini yasama doğrudan atar. Dikkat edilirse yargıdaki atamalarda, işin başında ve sonunda seçimli otoriteler eliyle bir denetim süreci oluşturulabiliyor.
Sizin aynı zamanda üniversitede idari göreviniz var. Akademi bu tartışmayı nasıl izliyor?
Akademi bu tartışmalara çok ilgi göstermiyor. Bunun iki nedeni var: Birincisi, Türkiye’de parlamenter sistem yanlısı çok güçlü aktarma bir literatür var. İkincisi buna bağlı olarak, bu literatüre göre yetişmiş bir akademisyen çoğunluk var. Oysa başkanlık sistemlerine ilişkin özgün ve yerel çalışmaların sayısı oldukça sınırlı. Okumalar genellikle dolaylı kaynaklar üzerinden yapılıyor. Dolayısıyla akademisyenler bu tartışmalara girerek kendilerini riske etmek istemiyorlar.
Sistem değişikliği için bir gelecek projeksiyonu sunacak olursanız eğer yakın dönemde bizi neler bekliyor?
AK Parti’nin yeterli çoğunluğa ulaşmak için Meclis zeminini zorlayacağını düşünüyorum. Bu konuda milletvekillerini ikna etmeye çalışacaktır. Modelini ortaya koyacaktır. Modelin Türkiye’ye faydalı olacağı konusunda Meclis süreçlerini işletmeye çalışacaktır. Bu noktada hem kendi tabanı hem parti grubu hem de diğer partiler arasında Anayasa’da öngörülen çoğunluğu yakalamaya çabalayacaktır. Eğer bu gerçekleşmezse anayasal anlamda kabul edilebilir yöntemlerle bunu halka götürmenin yollarını arayabileceklerini düşünüyorum.
Anayasa oylamasında etkili olacak iki temel aktör var: Birincisi, başkanlık sistemi konusuna olumlu bakan bireysel milletvekili tutumları. Yani, arzu edilir sayıda bir rakam yakalanabilirse, gizli oy inisiyatifiyle gerekli çoğunluk sağlanabilir.
İkincisi ise, özellikle partili cumhurbaşkanlığı noktasında ya da başkanlık sisteminde bir kurucu referandum ya da istişari bir referanduma başvurmak için partiler düzeyinde bir uzlaşmaya varılabilir. Yani genel olarak bir sistem değişikliğine sıcak bakılmaz ama buna halk karar versin denilebilir. Bunun için tabii MHP’nin bu çalkantılı sürecinin tamamlanmasını beklememiz gerekir. CHP’nin içinde de belki böyle bir yönteme sıcak bakacak milletvekilleri olabilir. Meclis aritmetiği aşılamazsa, süreç 2019’a bırakılabilir. Bu süreçte Meclis içinde tartışmalar yapılır. Artı ya da eksileriyle konu tartışılır. 2019 seçimi de bu anlamda toplumun nabzının ölçüleceği bir seçime dönüştürülebilir.
Zaten toplum Türkiye’nin şu anki sisteminin sürdürülemez olduğunu anlamaya başladı. Bu başkanlık sistemine olan ilgiyi toplumda her geçen gün artırıyor. Başkanlık sistemini daha yapısal boyutlarıyla insanlar öğrenmeye çalışıyor, bize gelen sorularda da bunu görüyoruz. Bunun en azından Türkiye’de başkanlık sistemiyle ilgili çok güçlü bir bilgi birikimi oluşmasına zemin hazırlayacağına inanıyorum. Ve nihayetinde Türkiye sorunlarıyla yüzleşe yüzleşe bu dönüşümü de bir gün gerçekleştirecektir. Önemli olan demokratik temelde, katılım ve müzakereye açık bir biçimde bunun gerçekleşmesini sağlamaktır.
[Kriter, 1 Haziran 2016].