Yunanistan'a geçmek isterken şişme botun batması sonucu hayatını kaybeden ve kıyıya vuran üç yaşındaki Aylan Kürdi’nin bedeni, mülteci sorununun Türkiye ve Avrupa kamuoyunda yoğun bir şekilde gündeme taşınmasına katkı sağlarken, göçmen trajedisinin sembollerinden olacak bu kare “fotoğraf yayımlanmalı mı yayımlanmamalı mı” tartışmalarını da beraberinde getirdi.
SETA Medya ve İletişim Araştırmacısı Yusuf Özkır, mülteci sorununun ve iç savaşın tüm acımasızlığının gözler önüne serildiği bu fotoğraf örneğinde; şiddet, acı ve ölüm fotoğraflarının yayımlanmasının etik ve toplumsal açıdan karşılığını yorumladı.
1. Aylan Kürdi’nin cansız bedeninin Türk ve dünya medyasında buzlanmadan yayımlanmasını ve sonrasında duygusal metinler eşliğinde sosyal medyada paylaşılmasını nasıl karşılıyorsunuz?
Medya eliyle ölümün de öldürüldüğü ve sıradanlaştırıldığı bir devir uzun süre önce başlamıştı. Bunun en açık örneği Birinci Körfez işgalidir. Milyonlarca kişinin hayatını kaybettiği Irak işgalini, CNN ekranından bir havai fişek gösterisi olarak izlemişti dünya. Irak’ın ve Afganistan’ın bombalanmasıyla ilgili haberlerde insana dair bir detaya rastlanamazdı. Halbuki bombanın düştüğü yerde ölen, yaralanan, sakat kalan insanlar vardı. İkinci Körfez işgali sırasında literatüre dahil olan embedded (iliştirilmiş) gazetecilik, olayı bir adım öteye taşıdı. Bu kez ölümü gösteren ama aktarırken meşrulaştıran bir gösterme türü çıktı ortaya. ABD tankında veya helikopterinde operasyona katılan gazetecilerin kamerasından ölmesi gereken insanların ölümü, biraz da öldürülenlere öfke duyularak, izlendi. Çünkü durduğunuz yer gördüğünüz şeyi de belirliyor.
Gelinen noktada ölümün sıradanlaşması, sosyal medya diliyle söylersek, adeta bir “duygu kasmaya” dönüşmüş durumda. Kuşkusuz böyle olmasında sosyal medyanın kullanıcıya sağladığı haberleşme konforunun etkisi de var. Hızlı erişim, dolaşıma sokma imkanı, kurum değil birey tarafından üretilebilmesi, geniş kesimlere ulaştığı düşüncesi gibi nitelikler kişilerin psikolojik durumlarıyla da yan yana gelince her şeyin araçsallaştırıldığı böylesi bir tablo çıkıyor ortaya. Artık göstergelerin tek ölçütünün retweet, fav ve like olduğu bir alemde yaşıyoruz. Aylan Kürdi’nin cesedi bu açıdan sadece ‘tamamlayıcı bir kare’ olarak karşılandı bu alemde ve o şekilde kullanıldı.
2. Avrupa’nın göçmenlere karşı yaklaşımını değiştirmek için –Le Monde Genel Yayın Yönetmeni, fotoğrafı Avrupa’nın gözlerini açacak fotoğraf olarak tanımladı– Aylan Kürdi’nin cansız bedeninin fotoğrafının yayınlanmasının ne gibi sonuçları olabilir?
3 yaşındaki Aylan Kürdi bebeğin cansız bedenini kendi hikayesiyle birlikte ele almak gerekir. Uzun süreden bu yana Akdeniz ve Ege mülteci mezarlığına dönüşmüş durumda. Binlerce kişi Avrupa’ya ulaşmak için bindikleri derme çatma botların batması sonucu boğuldu. Bu botlardan bir kısmı (mesela geçenlerde Yunanistan sahil güvenlik ekipleri 19 kişinin olduğu bir botu patlatıp kaderine terk etmişti) bilinçli şekilde batırıldı. Ayrıca Suriye’de devam eden bir iç savaş var. Şu ana kadar 300 bin kişi hayatını kaybetti. Milyonlarca insan yaralandı. Nüfusun yarısı ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Diğer yarısı ülke içinde yer değiştirdi. Ülkede taş üstünde taş kalmadı. Yok olan bir ülkeden bahsediyoruz. Bu tablo karşısında Avrupa’nın aldığı bir sorumluluktan bahsetmek mümkün değil. Suriye’deki sorunun temel kaynağı olan Esed’in gitmesi için de hiçbir şey yapmadı Avrupa ülkeleri. Esed, kimyasal silah kullanırken veya misket bombalarıyla binlerce çocuğu öldürürken de Avrupa görmezden geldi. Aylan Kürdi’nin arkasında böyle bir hikaye var; bu acı tabloyu temsil ediyor. Batı’da iktidarları harekete geçiren şey aslında kamuoyudur. Bu fotoğrafın medyada geniş yer alması siyasi iktidarların da elini güçlendirmiştir. Aşırı sağcılığın, ayrımcılığın ve nefret suçunun yükseldiği bir coğrafyadan bahsediyoruz. Bu suçların çoğu mültecilere veya Müslümanlara karşı işleniyor. Dolayısıyla Aylan Kürdi’nin fotoğrafının oluşturduğu atmosfer sayesinde mültecilerin kabul edilmesine yönelik yeni bir kamuoyu oluştu. Bu fotoğraf sayesinde başka mülteci çocuklar kurtulacak. Suriyeli yetimlere daha şefkatle yaklaşacak dünya. Belki kısa sürecek bir durumdan bahsediyoruz. Ama olsun. Bu anlamda fotoğrafın yayımlanmasının olumlu yanının daha güçlü olduğu belirtilebilir.
3. Bu fotoğrafın ticari kaygılarla yayımlandığı söylenebilir mi?
Bütünsel olarak medyanın öncelikli çabası geniş kitlelere ulaşmaktır. Marjinal yayın yapan misyon medyası dışında neredeyse bütün televizyon kanalları ve gazeteleri öne çıkaran unsur ulaştıkları kitlelerin fazlalığıdır. Bu bağlamda Aylan Kürdi fotoğrafını birinci sayfasına basan gazete yöneticisinin, ‘satış rakamını etkileyecek mi, yoksa etkilemeyecek mi’ sorusundan bağımsız olarak bunu yaptığını düşünmek zor elbette. Veya sayfayı tasarlayanların fotoğrafı nasıl yerleştirelim çabası içindeyken en etkili şekilde nasıl olur sorusu üzerinde düşündükleri söylenebilir. Fotoğrafa kanat vb. gibi eklemeler yaparak okuyucuda sıra dışı bir duygu oluşturma ve bu vesileyle satışı artırma çabası olabilir. Bunlar mesleğe özgü şeyler. Medya etiği açısından bakıldığında 3 yaşındaki bir bebeğin cansız bedeninin böylesine teşhir edilmesi birçok açıdan sakıncalıdır. Ama işin bir de temsil boyutu var. Bazen milyonlarca yazının anlatamadığı bir olayı, tek bir fotoğraf karesi anlatabilir. Aylan Kürdi’nin fotoğrafı bu işlevi gördü büyük ölçüde. Bütün gazetelerin birinci sayfasındaydı. Ciddi gazetelere ek olarak, The Sun gibi bulvar gazetesi bile kullandı fotoğrafı. Ve bu fotoğraf simgesel anlam kazandı. Hiçbir zaman unutulmayacak ve ölmeyecek olan bir fotoğrafla karşı karşıya dünya.
4. Şiddet ve acının ölü bedenler üzerinden fotoğraflanması, kanıksama ve alıştırma tehlikesini taşıyor mu?
Sadece bulvar basını değil uzun süreden bu yana haber medyası da başka bir şeye dönüşmüş durumda. Haberde olayın doğru ve tarafsız bir şekilde aktarılmasından çok haberin hızlı, heyecanlı ve şiddet unsuru taşıyacak şekilde üretilmesi çabası var. Haber vermek yerine gösteri hazırlamaya çalışıyor muhabirler. Bundan kaçabilirler mi? Emin değilim. Fakat medyanın bir çizgisi olması gerekiyor. Birçok medya grubu bırakın meslek kurumlarının yayımladığı etik ilkelere uymayı; kendi yayımladığı ilkelere bile uymuyor. Şiddetin sıradanlaştırılması veya ölümün, öldürmenin basitleştirilerek gündelik hayatın içinde işlenebilir bir alışkanlığa dönüştürülmesi medyanın günah hanesine yazılabilir. Kadın cinayetlerinin veya diğer cinayetlerin aktarılmasında medyanın hiçbir kritere dikkat etmemesi özendirici bir boyuta ulaştı. Tektipleşen cinayetlerden bahsedebiliyoruz artık. Öldürüp çöp konteynerine atmak, öldürüp buzdolabına atmak gibi ezberlenen yöntemler var. Bunların oluşmasında medyanın rolü var. Halbuki hem ülkemizdeki meslek kuruluşlarının etik ilkelerinde, hem küresel medya kuruluşlarının ilkelerinde medyanın şiddeti hiçbir şekilde özendirmemesi gerektiği açıkça ve defalarca yazar. Buna rağmen pratikte tam tersi bir uygulama var. Gelinen noktada medyanın bu kötü alışkanlığından geri dönmesi mucize gibi bir şey. Ama az da olsa iyiler var; onların korunması ya da onların bu ayartıcılığa kapılmadan kendini koruması lazım. Bu konuda medyanın genel olarak o kadar hatası var ki, Aylan Kürdi bebeğin fotoğrafının buzlanmadan yayımlanması burada çok masum kalıyor.
5. Ulusal ve uluslararası ölçekte bağlayıcı medya etiği açısından medyanın günümüz ahlaki kodlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Uluslararası literatürde ‘Karşılaştırmalı Medya Sistemleri’ açısından bakıldığında Türkiye’de medya-siyaset ilişkisi veya medya-siyasal sistem ilişkisi büyük ölçüde Akdeniz ülkeleri bağlamında geliştirilen modelin özelliklerini taşır. Bu modelin en temel özelliklerinden birisi kutuplaşma ve diğeri de bağımsız haberciliğin yeterince gelişememiş olmasıdır. Bu modelden hareketle bakıldığında Türkiye’de son dönemde yaşanan terör saldırılarının aktarılmasında medyanın azımsanmayacak bir kısmının sırf ideolojileri uğruna taraflı yayın yaptığı görülür. Türkiye’yi yöneten siyasi parti olan AK Parti ile aynı ideolojiye sahip olmadıklarını düşündükleri için onun zayıflayabilmesi adına teröre bile daha hoşgörülü yaklaşılabiliyor.
Bakın; ABD 11 Eylül saldırılarını yaşadı. Fakat olay yerine ait ceset görüntülerini veya yaralıların görüntülerini hiçbir ABD medyası yayımlamadı. Terör oksijen almasın diye böyle davrandılar. Batı’da bunun çokça örneği var. Bu biraz da medyanın ait olduğu ülkeyle ve toplumla olan duygusal aidiyet ilişkisiyle alakalı bir durumdur. Mesleki sorumlulukla toplumsal hassasiyetin bütünleşmesiyle ilişkili bir davranıştır. Maalesef Türkiye’deki medyanın temel sorunlarından birisi bu ülkenin ve bu toplumun değerleriyle barışık olmamasıdır. Geçenlerde Fransa’da bir dergiye gerçekleştirilen terör saldırısıyla ilgili Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenleri hedef gösteren gazetecilerin, Türkiye’nin çocuklarını hedef alan PKK terörü karşısında ikircikli bir tutum takınmasının kökeninde maalesef bu bakış açısı yatmaktadır.
İkincisi, terör örgütü yaptığı eylemi ‘haklı’ göstermek iddiasındadır. Şu anda Türkiye’deki bazı medya organlarının yaptığı şey de tam olarak buna denk gelir. “Bomba erken patladı” demek aslında keşke vaktinde patlasaydı da asker ölseydi demenin bir başka yoludur. Veya “PKK çocuk öldürdü” dememek için haberin kurgulanmasında öznenin eksik bırakılması da örgütün işine yarayan bir haber dilidir. Düşünsenize bir haber yapıyorsunuz ve haberin en temel öğesi olan “Kim yaptı” sorusunu cevaplamadan o haberi bitiriyorsunuz. Siirt’te şehit edilen 8 asker için de mesela Cumhuriyet gazetesi sürmanşetten haber yapmıştı ve okuduğunuzda sanki askerlerin kendi kendilerine öldüklerine dair bir durum çıkıyordu ortaya. Halbuki saldırıyı PKK yapmıştı ve sorumluluğunu da üstlendi. İşte böyle öznesi olmayan haberler aracılığıyla terör örgütü en azından toplumun belirli kesimleri nezdinde sempatik kılınmaya çalışılıyor.
[Söyleşi: Zeynep Berre Özçelik]