Medipol Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Yusuf Özkır’ın Pruva Yayınları arasından çıkan ‘Örneklerle Uluslararası Medyada Türkiye Karşıtlığı’ isimli kitabı, medyatik üretimlere kuşkuyla bakmayı öneren nitelikli bir çalışma. Özkır, Türkiye’yi yabancı basında çıkan haberler merceğinde ele alırken söz konusu karşıtlığın kritik gerekçelerini de tartışıyor.
Kitabın adı okuyucuya ne anlatıyor?
Çok şey anlatmak istiyor aslında. Kitabın adında alanda yaygın şekilde kullanılan “Batı medyası” ifadesi yerine “uluslararası medya” kavramını tercih ediyorum. Çünkü Batı vurgusunu yaparken yönümüzü çevirdiğimiz Avrupa ve ABD dışında küresel dolaşıma sahip yeni iletişim araçları yaygınlaştı. Rusya’nın Sputnik’i bunlardan biri. Suudi Arabistan’ın İndependent Türkçesi bunlardan biri. Başka örnekler de verilebilir. Ortak noktaları kritik konularda Türkiye karşıtı olmaları. Bu da onları tek potada topluyor. Bu yüzden “uluslararası medya” kavramı Batı medyası kavramına göre olup bitenin daha geniş bir akışkanlık içinde gerçekleştiğini anlatma çabasında.
Kitabınızda Batı medyasının Türkiye karşıtlığını analiz ediyorsunuz. Meselenin tarihi derinliğine inerek bir bölümleme yaptığınızda nasıl bir fotoğraf ortaya çıkıyor?
Kategorik bir bölümlendirme yapmak yerine bunu konulara göre yapmakta fayda var. Çünkü basın tarihi kitaplarımızda mesela Orhan Koloğlu’nda veya tarihçilerimiz Kemal Karpat ve Halil İnalcik’in kitaplarında vesaire Avrupa’daki gazetelerde yer alan Türkiye karşıtlığının 19. Yüzyılın erken dönemlerinden itibaren yerleştiğine dair epeyce bilgi var. Sultan 2. Abdülhamit dönemi bunun zirveye çıktığı yıllardır. Sonrasında bugüne kadar aynı yaklaşım devam ediyor. Burada önemli olan nokta bu karşıtlığın aralıksız değil konulara göre şekil aldığıdır. Yani Türkiye Avrupa’nın veya onun şımarttığı kesimlerin çıkarları doğrultusunda hareket ettiğinde Türkiye başı okşanan ülke konumundadır. Fakat Sultan 2. Abdülhamit’in Osmanlı’yı ayakta tutma çabaları, Kurtuluş Savaşı, Kıbrıs Barış Harekatı, Kardak krizi, 15 Temmuz direnişi, Suriye’deki PKK yapılanmalarına yönelik operasyonlar veya Doğu Akdeniz’deki hamleler söz konusu olduğunda uluslararası medyada Türkiye karşıtlığı olabildiğince artıyor. Bir histeri havası egemen oluyor. Benim okumama göre dönemlere ayırmak yerine konuların kimin çıkarları ile uyuşup uyuşmadığı daha belirleyici.
Türkiye neden cazip dış basın için?
Tarihçi Halil İnalcık’in “Batı İstanbul’un Fethini asla unutmadı” mealindeki açıklaması kritik. 1701’den bu yana Türklerin bu topraklardaki ilerleyiş yönü belli. Bununla ilişkili iki temel gerekçe var: Siyasi ve dini nedenler. İkisinin de dönem dönem depreştiği oluyor. Batı’nın çeşitli mahfillerinde İstanbul’un yeniden ele geçirilmesi konusunda pek çok içeriğe rastlamak mümkün. İşte şimdi Ayasofya’nın müze statüsünden çıkartılıp yeniden cami olarak ibadete açılması konusunda karşı bir kamuoyu oluşturabilmek için ABD ile Rusya ortak potada buluşabiliyor. Motivasyon kaynakları aynı aslında. Türkiye’yi kontrol edemediklerinde kendi potalarında tutma çabasındalar. Medya da bunun taşıyıcı bir parçası konumunda.
Sadece dış politika değil Türkiye’nin iç politikası da gündemlerinde. Hatta belki daha fazla, ne dersiniz?
Bazen Türkiye’deki seçimlerin Avrupa ülkelerindeki seçimlerden daha fazla bu ülke medyalarında yer bulduğuna bile tanık olduk. Avrupalı okuyucu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı kendi siyasetçilerinden daha fazla tanıyor neredeyse. Türkiye bazı şeyleri kendi gayretleriyle başardıkça daha da hiddetlendikleri görülüyor. Bu güçlenme durumunu kabullenemiyorlar. Son yıllara bakarsak iç siyasetteki belli aktörlere yatırım yaparak Türkiye’nin bölgesindeki artan etkisinin aleyhine bir söylem kullanan siyasetçilere yatırım yaptıkları görülüyor. Fakat seçmen her seçimde büyümeden yana tercihte bulunduğu için onların yatırım yaptığı isimler de değişiyor. Manşetleriyle darbelere zemin hazırladıkları, siyasetçilerin hayatını bitirdikleri ve Türkiye’yi sadece iç sorunlar yumağına gömülmüş bir ülke haline getirdikleri dönemleri özlüyorlar. Sadece İngilizce, Fransızca ve Almanca yayın yapan yayın organlarına ek olarak Türkçe yayın yapan uzantılarına yoğun yatırım yapmalarının arkasında içeriyi şekillendirme gayreti var. Dışarıdan yayınlarla yapamadıklarını içerideki uzantılarının yayınlarıyla desteklemeye çalışıyorlar.
Uluslararası basın etiği formlarının devre dışı kalması söz konusu birçok haberde. Basın özgürlüğü olarak okunamayacak durumlar için bir yaptırım yok mu? Basının gücü, güçlünün basınına mı dönüşecek gitgide?
AP, AFP, Reuters, BBC gibi yayın kuruluşları gazetecilik etiği ve haberciliğin objektifliğini belirleyen temel prensipler denilince ilk akla gelen kurumlar. Akademide de pratikte de böyle bir kabul var. Teorik olarak yayınladıkları ilkelere bakıldığında önemli bir çerçeve çizdikleri gerçek. Bunu erken tarihlerde yapmış olmaları da bir avantaj kendileri için. Fakat bu realite pek çok konuda olduğu gibi uygulamada sınıfta kaldıklarını engellemiyor. Çünkü dini, tarihi, ekonomik ve siyasi meselelerden dolayı önyargıya sahipler. Hatta bu bir saplantıya dönüşmüş durumda. Batı’nın üstün diğerlerinin aşağı olduğu yönündeki ayrımcı ve gayri insani bakış açısı iliklerine kadar işlemiş. Kendi aleyhlerine “Ötekinin” en küçük bir çıkarı olduğunda basın etiği falan hepsini unutuyorlar ve bu Batı merkezli hegemonyacı tutum hemen dışa vuruyor. Mesela 15 Temmuz 2016 tarihinde FETÖ tarafından ülkemizde gerçekleştirilen darbe girişimi sürecinde Türkiye’de demokrasiyi ve siyasi iradeyi savunmak yerine FETÖ’yü ön plana çıkartan bir söylemin kullanılması tek başına medya etiği konusundaki tüm birikimi yok eden bir olguydu. Darbecilerin aklanabilmesi için 16 Temmuz’da FETÖ elebaşına maille soru sorarak cevaplarını yayınlayan ve milli iradeye yönelik bu kanlı girişimi onun ağızından “tiyatro” olarak küresel kamuoyuna pazarlayanlar da aynı yayın organları oldu. Terör örgütü PKK ve FETÖ’nün Türkiye karşıtı eylem ve söylemleri konusunda da bu önyargılı tutum devam ediyor Batı medyasında. Dolayısıyla ciddi bir çifte standart söz konusu.
Dezenformasyon karşısında Türkiye nasıl bir mücadele benimsiyor?
Türkiye aslında önemli adımlar attı. Hem kamu yayıncılığı alanında hem de özel sektörde büyük bir hareketlilik var. Kamu yayıncılığı alanında TRT bünyesinde uluslararası yayınlar dairesinin kurulması, TRT World, Arapça, TRT Almanca ve TRT Rusça kanallarının faaliyete başlaması büyük adımlar oldu. Aynı şekilde Anadolu Ajansı bünyesinde Arapçadan İngilizceye, Fransızcadan Farsçaya ve Boşnakçadan Endonezceye kadar 100 ülkede 13 farklı dilde yayın yapılmaya başlanması içerik üretilmesi ve dolaşıma sokulmasında Türkiye’nin bakış açısını merkeze alan yeni bir zemini üretmiş oldu. Tabii, bu durum aynı zamanda küreselleşmiş Batılı haber ajanslarının etki sahasının daralması anlamına da geliyor. Bu etkiden rahatsız olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri mesela Türkiye merkezli yayın organlarını yasakladı son zamanlarda. Medyanın aktörleri ve toplumları ikna etme konusunda sahip olduğu etki tartışılmaz. Bu yüzden mücadelenin bu zeminde verilmesi psikolojik bir eşiğe sahip. Bir örnek vermek gerekirse mesela Türkiye’nin Afrin’deki PKK-PYD yapılanmasına yönelik başlattığı Zeytin Dalı Harekatı sırasında Fransa’nın devlet ajansı AFP çok yoğun şekilde Türkiye karşıtı haber ve fotoğraf servisi yapıyordu dünyaya. Türkiye ise buna Anadolu Ajansı’nın yayınlarıyla cevap verdi. Çok da etkili oldu. Yayınlar kesilmedi belki ama karşıt propagandayı zayıflatacak bir işlev gördü. Türkiye bir taraftan askeri-ekonomik anlamda güçlendikçe diğer taraftan medyada küresel ölçekte dolaşıma girecek içerik üretimine daha fazla katkı yaptıkça önemli bir zemin yakalanacaktır. Şu an belirli bir yol alındı ama yerleşik bir düzene karşı daha kat edilecek çok yol var.
Uluslararası operasyon süreçleri bu anlamda en sıkıntılı dönemler. Kullandıkları dilde de benzerlikler söz konusu. Benimsedikleri temel argümanlar neler?
Genellikle perdeleme yapıyorlar. Aslında hegemonyalarını savunuyorlar fakat bunu başka bir ambalajla sunma konusunda iyiler. Demokrasi, insan hakları, basın özgürlüğü kavramları en fazla kullandıkları imgeler. Bu imgelerin kullanılmasında yönleri hep bu tarafa yönelik. Dönüp kendilerine bakmaya sıra gelince kör-sağır rolündeler. Mısır’da darbe yaparak binlerce sivili katleden Sisi’yi savunma konusunda tereddütleri yok ama Türkiye’de seçimle işbaşına gelen insanlara karşı tuhaf bir önyargıyla yaklaşabiliyorlar. Türkiye’nin Suriye ve Libya’daki meşru hamlelerinde de aynı tutum görüldü. Suriye’nin kuzeyindeki PKK koridorunu parçalayan Barış Pınarı harekatında mesela küresel ölçekte “Kürtler katlediliyor” yalanını pompaladılar. Planlı bir yalanı yaydılar PKK’yı korumak için. Türkler ve Kürtlerin kardeşliğini bilerek yapıyorlar bunu. Bu yüzden coğrafyamızdaki etkileri sınırlı oluyor. Bu konularda pek çok örnek var kitapta.
PKK/ PYD ile ilgili bir yatırımı kurtarmak gayreti de seziliyor...
Bu konuda özel bir çizgileri var. Bunu her fırsatta gösteriyorlar. PKK-PYD uluslararası medyada neredeyse dokunulmazlığa sahip durumda. Kürtleri sevmiyorlar ama PKK-PYD onlar için başka bir konumda. BBC’de ve pek çok yayın organında PKK’lı teröristleri dünyaya pazarlama biçimleri nasıl bir ajandaya sahip olduklarının göstergesi. Cinayetleri ve istismarlarını da görmüyorlar doğal olarak.
15 Temmuz sürecinde nasıl bir sınav verdi sizce Batı medyası?
Sınıfta kaldı derdim ama bu hafif kalır. Bence gazeteciliğe tümüyle ihanet ettiler.
Hangi ülkeler öne çıkıyor?
ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere medyası kamuoyunun şekillenmesinde ana akımı oluşturuyor. Rusya’nın Sputnik ile belirli bir zemin kazandığını da ekleyebiliriz.
FETÖ’nün bu ülkelerdeki etkinliğinin payı ne oranda?
FETÖ’nün kullanışlı bir aparat olduğu çok açık. Yukarıda söylediğim gibi bu ülkelerin Türkiye’yi kontrol etme veya istikrarsızlaştırma konusunda işlerine yarıyordu. Bu yüzden alan açtılar FETÖ’ye. FETÖ de içerik üreterek kendine sağlanan bu zemini koruma çabasında. Ama Türkiye’de mağlup edildiler. Artık çok daha değersizler Batı’nın gözünde. Fakat henüz kenara atıldıklarını söylemek için çok erken. Onlara biçilen rol sona ermiş değil.
Kitapta konuyla ilgili verdiğiniz çarpıcı bir örnek var. Batı medyasının Tiananmen Meydanı’ndaki olaylar karşısındaki duruşu hakkaniyetli olmak ilkesiyle mi alakalıydı? Bunu 15 Temmuz’da neden göstermedi?
Evet, orada detaylı anlatıyorum. Mesele kime göre ne yapıldığı. Çin’de tankın önünde duran adamı savunmak Batı’nın çıkarlarıyla uyumluydu. Hala köpürterek bunu sayfalarına taşıyorlar. Burada sorun yok. Fakat Türkiye’de FETÖ darbesine karşı direnirken tankların önünde duran onlarca insanı savunmak ise Batı’nın çıkarlarına uygun değildi. Çünkü FETÖ’ye yatırım yapmışlardı. Beklentileri vardı. Milletimiz Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğinde darbeyi püskürtünce hayal kırıklığı yaşadılar. Bütün mesele bu: Çıkarlar... Teori, ilke, kriter vesaire bir şaldan ibaret. Tam tersi olmalıydı. Öyle olsaydı herkes kazanırdı. Bu anlayışla uluslararası medyanın dünyaya verebileceği bir hakikat yok. Çünkü hakikatleri yok, çıkarların peşinden gidiyorlar.
Hakkaniyetli tavır örnekleri gösterenlerden de bahsedelim...
Evet, yemeklerimizden ve misafirperverliğimizden genelde iyi bahsediyorlar. Konteksti farklı olmak kaydıyla tabii… Yani biraz estetize edilmiş egzotik Doğulu havası eşliğinde. Onun dışında kritik siyasi konularda egemen medya tek bir koro halinde yayın yapıyor. Arada tek tük yazı vs olabilir, fakat bunun belirleyiciliği yok.
Koronavirüs süreci peki?
Sürecin başlangıcında Avrupa ve ABD’deki vaka sayıları bile Türkiye hiç gündemde olmamasına rağmen Türkiye’den fotoğraflarla haber dönüştürüldü. Gerçekten inanılmaz bir manipülasyondu. Ama bunu defaatle tekrar ettiler. Son süreçte ise bazı pozitif haberler çıktı Türkiye konusunda, çünkü Avrupa ve ABD ile kıyaslandığında Türkiye çok başarılı bir süreç yönetimi sergiledi. Bunlara zorunlu yapılmış iyimser haberler denilebilir. İlgili medya kuruluşları nezdinde Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın kamu diplomasisi çalışmalarının katkısını de eklemek lazım.
[Star, 11 Temmuz 2020].