Batı başkentleri Türkiye'deki "otoriterleşme" muhabbetini dilinden düşürmezken aslında çok kritik bir trend güçleniyor. Batı demokrasileri derin bir krizden geçiyor. Bu krizin görünür semptomları Müslüman mülteciler ve Türkiye'ye ilişkin olduğu için kolaylıkla gözden kaçırılıyor. Müslüman karşıtlığı, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve Türkiye "korkusu" üzerinden Batı tehlikeli şekilde içe kapanıyor. Batı, DAİŞ türü örgütlerin tetiklediği "Müslüman eşittir terörist" önyargısının kapanına gittikçe sıkışıyor. Merkez siyasetin söylemleri ve temaları Müslümanları ötekileştiren "radikal" ve "popülist" bir dil tarafından esir alınıyor. Suriye'den mülteci akını üzerine "medeni" Avrupa'nın "korkularını" ve "gayri insani muamelelerini" Macaristan gibi Doğu Avrupa ülkelerinin uygulamalarında gördük. Avusturya'da cumhurbaşkanlığı seçimlerini radikal sağ söylemlere sahip aday kıl payı kaybetti. Batı Avrupa'nın "insan hakları" apoletlerinin sökülmesini ise Almanya'nın sorunu Türkiye ile çözme çabası şimdilik engelledi. Bakmayın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı "şantaj ve diz çöktürme" suçlaması ile hedef alan Avrupa medyasına. Merkel gibi siyasetçiler Türkiye'nin Avrupa "projesinin" çökmemesi için ne kadar stratejik öneme sahip olduğunun farkındalar. Üye olmasa da Avrupa ile bir şekilde entegrasyon içinde olmalı. Bu yüzden, geri kabul ve vize muafiyetini kilitleyen "terör tanımının daraltılması" şartında bir orta yol bulunarak anlaşma sağlanacaktır.
***
Batı demokrasilerinin "Müslümanlar" ve "Türkiye" etrafında yaşadıkları krizin iki güncel örneği mevcut. İlki ABD, ikincisi Britanya. ABD'deki başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday D. Trump'un "popülist," "Müslüman karşıtı" söyleminin cazibesi Başkan Obama ve Demokrat aday H. Clinton için ciddi bir baş ağrısı. Trump'ın yarattığı travmaya daha önce değinmiştim, bugün ikinci çarpıcı örneğe, Britanya'daki AB'den ayrılmayı oylayacak referandum sürecine değinmek istiyorum. AB'den ayrılmak isteyenlerin, ki destekleri yüzde 47'ye vardı, birinci kampanya malzemesi Türkiye'nin üyeliği ihtimali: "AB üyelik süreci hızlanan Türkiye sebebiyle Suriye ve Irak gibi ülkelere komşu olacağız; bunu önlemenin tek yolu AB'den ayrılmak." "Korku inşası" burada durmadı elbette. Türklerin Britanya'yı "istila edeceği" argümanını yayarak kampanya yürüttüler.
***
Neler söylenmedi ki? Türk annelerin Britanya'nın sağlık hizmetlerini iflas ettireceğinden gangsterliğin artacağına kadar. "Katil ve teröristlerin" akın edeceğinden Suriye sınırlarına "komşu olmanın tehlikesine" kadar. Türkiye'nin "demokratik" ve "medeni" değerlere yabancı olduğunu söyleyen daha özcü söylemler de üretildi. Malum bütün bunları Erdoğan'ın "otoriter İslamcı" olduğu suçlamasına eklemek de çok kolay. Hadi; kitlelerin manipülasyona açık korkularını ve fırsatçı siyasetçileri bir yana bırakalım. 53 yıllık AB serüvenimizde Türkiye'yi en fazla destekleyen ülkenin Britanyalı siyasetçiler olduğunu bilirdik, sanırdık. Halbuki durum oldukça farklıymış. 23 Haziran'da yapılacak Brexit referandumu öncesinde Britanyalı siyasetçilerin gerçek Türkiye algısına şahit olduk. Başbakan Cameron "Türkiye korkusu" yaşayanları teskin etmek için Türkiye'nin 3000 yılına kadar üye olamayacağını söyleyiverdi. Daha makul açıklamalar ise Türkiye'nin AB sürecinin hızlanmadığı ve Britanya'nın Schengen bölgesinde olmadığı için Türklerin "akınından" etkilenmeyeceği yönünde yapıldı. Vardıkları ortak nokta ise Türkiye'nin AB'ye girişinin "eski bir vaat" olduğu şeklinde. Sözün özü, Türkiye'nin demokrasisini eleştirmekte fayda gören Batı başkentlerinin kriz içine giren kendi "medeniyet değerlerini" korumalarının yolu Müslümanlar ve Türkiye ile birlikte çalışmaktan geçiyor. Cebelleşmekten değil.
[Sabah, 17 Haziran 2016].