Avusturyalı siyasilerin mutat Türkiye düşmanlıklarında yeni bir perde açıldı. Türkiye karşıtı bu yeni dalgada 11 Ekim 2020 tarihinde yapılacak olan Viyana Eyalet seçimlerinde oy artırma hesapları önemli bir rol oynuyor. Zira Başbakan Kurz aşırı sağcı FPÖ’ye ihtiyaç duymadan da aşırı sağcı söylemleri hem dillendirebildiğini hem de uyguladığı göstermek istiyor. Daha genel anlamda ise ülkedeki Türk diasporasının baskılanarak sindirilmek istendiği görülmektedir.
Geçtiğimiz günlerde ÖVP’li Avusturya İçişleri Bakanı Karl Nehammer, Entegrasyon ve Kadın Bakanı Susanne Raab, yanlarına Kamu Güvenliği Genel Müdürü Franz Ruf’u da alarak, Türkiye hesabına casusluk yapan bir kişinin deşifre edildiği iddiasını bir basın açıklamasıyla kamuoyuna duyurdular. Nehammer, hukuk mercilerinin konuyu sonuca bağlamasının akabinde gereğinin yapılacağını ifade ettiği basın toplantısında, aslında içişleri bakanlığı görevini yürütmesine rağmen, bir dışişleri bakanı edasıyla Türkiye’ye de bir çağrıda bulundu: "Türk casuslarının ve Türkiye'nin özgürlük haklarına müdahalesinin Avusturya’da yeri yok." Konuyla ilgili olarak Almanya İçişleri Bakanı ve Avrupa Birliği (AB) Adalet ve İçişleri Komisyonu Başkanı Horst Seehofer’i de bilgilendirdiğini ifade eden Nehammer, AB düzleminde de Türkiye’nin AB ülkelerinin içişlerine karışmamasını sağlamak için girişimlerde bulunacaklarını belirtti. Basın toplantısında sözü alan Entegrasyon ve Kadın Bakanı Susanne Raab da konuşmasında, Avusturya’nın Türk casusluğunun hedef ülkesi haline geldiğini ve Türk istihbaratının kişilere, derneklere ve camilere yönelik çalışmaları olduğunu iddia etti. Raab’ın, Türkiye’de asıl ses getiren ifadeleri ise şunlardı: "Erdoğan’ın eli Viyana’nın Favoriten semtine kadar uzanıyor ve bu Avusturya’daki entegrasyon için zehirdir. Bu nüfuza müsamaha göstermiyoruz."
Türkiye’nin örgüt yandaşlarının sosyal medya hesaplarında paylaştıkları görüntü ve bilgilerden de elde edebileceği malumata erişebilmek amacıyla Avusturya gibi PKK örgütlenmesi açısından görece önemsiz bir ülke içinde casusluk faaliyeti yapması hayatın normal akışına aykırıdır. Ortada sanal bir gerilim yaratma stratejisi olduğu aşikardır.Bu noktada, her iki bakanın da Türkiye’ye casusluk suçlaması yöneltmesinin birkaç açıdan ciddiyetle bağdaşmadığını vurgulamak gerekir. Her şeyden önce Türkiye, içinde bulunduğumuz dönemde terörle mücadelede PKK’yı bitme noktasına getirecek derecede tarihsel bir başarı elde etmiştir. En çok arananlar listesinde yer alan örgüt mensupları teker teker elimine edilir ve hatta örgüt içinde üst düzey görevler üstlenmiş olanlardan bazıları Türk adaletine teslim olurken Türkiye’nin, örgüt yandaşlarının sosyal medya hesaplarında paylaştıkları görüntü ve bilgilerden de elde edebileceği malumata erişebilmek amacıyla Avusturya gibi PKK örgütlenmesi açısından görece önemsiz bir ülke içinde casusluk faaliyeti yapması hayatın normal akışına aykırıdır. Ortada sanal bir gerilim yaratma stratejisi olduğu aşikardır. Avusturya halkını bir nevi cahil yerine koyan bu hamleler, her iki bakanın da Başbakan Kurz’un sadık izleyicileri olarak Viyana seçimlerinde oy toplama çabalarının bir yansıması olarak değerlendirilmelidir. Bununla birlikte söz konusu hamlelerin ilerleyen süreçte Avusturya’nın iç huzurunu torpillemeye de neden oldukları anlaşılacaktır. Umarız çok geç olmaz ve zarar daha fazla büyümez.
Geçtiğimiz günlerdeki açıklamaların arka planında Haziran ayındaki gösterilerin olduğu hepimizin malumudur. Bilindiği gibi gösteriler Avusturya güvenlik ve istihbarat makamlarının da yıllık raporlarında teyit ettikleri gibi PKK’nın yan kuruluşları öncülüğünde düzenlenmişti. Avusturyalı Antifa grupların yanı sıra Viyana Eyalet Başbakan Yardımcısı ve Yeşiller Partisi Viyana Eyaleti Başkanı Birgit Hebein gibi kimi siyasetçiler de bu gösterilere iştirak etmişti. O dönemde gösteriler için Avusturya’daki Türk diasporasının en yoğun olarak yaşadığı Viyana’nın Favoriten semtinin seçilmiş olması Türk diasporası açısından başlı başına bir provokasyon olarak değerlendirilmişti. Buna ek olarak günlerce süren gösterilerde AB bağlamında Avusturya tarafından da terör örgütü olarak kabul edilen PKK’nın flamalarının taşınması ve Türkiye’ye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret içerikli sloganların atılması ortamı daha da gerginleştirmiş ve diasporadaki Türk gençleri ile göstericiler arasında kısa süreli arbedeler çıkmıştı. O dönemde de gerek İçişleri Bakanı Nehammer’in, gerek Entegrasyon Bakanı Raab’ın ve gerekse Dışişleri Bakanı Alexander Schallenberg’in Türkiye aleyhinde açıklamaları olmuştu. Bu açıklamalardan en dikkat çekici olanı ise Schallenberg’in Türkiye’nin göstericileri terör örgütü yandaşı olarak nitelemesine yönelik skandal itirazıydı.
Günümüze dönersek İçişleri Bakanı Karl Nehammer’in yaptığı açıklamalarla dikkatlerden kaçırmaya çalıştığı bir gerçeğe parmak basalım. Haziran ayındaki gösterilerdeki mesele, Nehammer ve diğer Avusturyalı yetkililerin açıkladıkları gibi göstericilerin demokratik haklarını kullanıyor olmaları ve Türk gençlerinin göstericilere karşı şiddet kullanmaları değildir. Her şeyden önce, Avusturya devletinin çok sayıdaki güvenlik raporlarında her yıl PKK başlığı altında da ifade edildiği üzere gösterileri düzenleyenler, sadece AB bağlamında değil geçtiğimiz dönemlerde Başbakan Sebastian Kurz’un bizzat yaptığı açıklamalara da yansıdığı üzere terör örgütü PKK’nın paravan kuruluşlarıdır. Ve terör örgütlerinin propaganda yapmaları, hele hele kamuya açık yürüyüş organize etmeleri sadece Avusturya’da değil, dünyanın hiçbir ülkesinde mümkün değildir. PKK’nın Avusturya’da faaliyet gösteren paravan organizasyonlarını "Kürt dernekleri" ifadesiyle niteleyerek göz bağcılığına lüzumu yok. Gerçekleri tersyüz ederek söz konusu gösterileri demokratik hakkın ifası, buna yönelik Türk diasporasının tepkisini "paralel toplum oluşturma hevesi", Türkiye’nin eleştirilerini ise "içişlerine karışma" diye nitelemek, açık bir çifte standarda işaret etmektedir.
Herkesin çok iyi bildiği ve görevi kapsamında olduğu için Karl Nehammer’in de bildiğini varsaydığımız gerçek, son açıklanan Europol raporlarında da ifade edildiği üzere, PKK’nın Avrupa’yı (tabii Avusturya’yı da) terör eylemlerini finanse etme, eleman devşirme, propaganda faaliyetleri ve lojistik açıdan bir üs olarak kullandığıdır. Sayın Bakana düşen, objektif kriterlere göre hazırlanan bu raporlara dayalı olarak hareket edip, on yıllarca Avusturya’ya ve toplumuna sadece ekonomik anlamda değil, sanat, kültür, spor ve daha bir çok alanda değerli katkılar sunmuş ve nüfusunun yarısı Avusturya vatandaşı olan Türk kökenlileri kriminalize etmekten vazgeçmektir.
Meselenin daha iyi anlaşılması için bir örnek verebiliriz. Nehammer’in de her fırsatta vurguladığı üzere her demokratik toplumda korunması kutsal bir hak olan toplantı ve yürüyüş hakkının acaba Avrupa’daki DEAŞ üyeleri için de geçerli olup olmadığını sormamız gerekir. Unutturulmaya çalışılsa da hafızalarımızda tazeliğini koruyan bir olaya değinelim. Bırakalım toplantı ve yürüyüşü, DEAŞ üyesi olmayan ve fakat düşünsel akrabalıkları varsayılan Alman mühtedi Pierre Vogel ve arkadaşlarının "Oku" parolasıyla sokaklarda insanlara bedava Kur’an-ı Kerim dağıtması bile 16 Mayıs 2017’de çıkarılan bir yasa ile engellendi.
Susanne Raab ve "integration" kelimelerini yan yana yazdığımızda Google’da karşımıza "siyasal İslam’a karşı mücadelesi", " yeni şiddet türlerinin Avusturya’ya göçle geldiği", "paralel topluma karşı savaşa vurgu", "entegre olmak isteyen göçmenlerin angajmanlarının olmaması durumunda sosyal yardımlarının kısılması", "kısıtlayıcı göç politikası", "başörtüsü bizim değerlerimize ait değildir" gibi başlıkların çıktığını görmekteyiz.Entegrasyon ve Kadın Bakanı Susanne Raab’ın da konu Türk diasporası veya Türkiye olunca en sık kullandığı kavramların "entegrasyon" ve "paralel toplum" olduğu dikkat çekmektedir. "Entegrasyon" kavramının tartışılır ve siyasal olmasından bağımsız olarak, her şeyden önce bu ülkedeki resmi tarihleri 60 yıla yaklaşan bir kitlenin aradan geçen bu kadar zamana rağmen "entegre edilememiş" olması da ayıp olarak Avusturya devletine yetmez mi? Elbette Susanne Raab’ı geçmiş dönemde yapılan yanlışlarla ilgili suçlamak gibi hakkaniyet karşıtı bir tutum içerisinde olamayız. Bununla birlikte "entegrasyon" ajandasının da kendisine tevdi edildiği 29 Ocak 2020 tarihinden bu yana ne yaptığına bir göz gezdirdiğimizde hiç abartmadan özelde Türk diasporasının genelde de ülkede yaşayan Müslümanların yararına olabilecek tek bir projeye imza atmadığını söylemek durumundayız.
Bu tespiti teyit olarak, arama motoru Google’de Susanne Raab ve "integration" kelimelerini yan yana yazdığımızda karşımıza "siyasal İslam’a karşı mücadelesi", "yeni şiddet türlerinin Avusturya’ya göçle geldiği", "paralel topluma karşı savaşa vurgu", "entegre olmak isteyen göçmenlerin angajmanlarının olmaması durumunda sosyal yardımlarının kısılması", "kısıtlayıcı göç politikası", "başörtüsü bizim değerlerimize ait değildir" gibi başlıkların çıktığını görmekteyiz. Şimdi bir an düşünelim ve "entegrasyon" kelimesinin en basit anlamıyla "dahil etmek" anlamını taşıdığından hareket ederek, Bakan Raab’ın, yukarıda zikredilen ifadelerle, bırakalım Türk diasporasını Avusturya toplumuna dahil etmeye çalıştığını, tam aksi uygulamalar peşinde olduğunu rahatlıkla söylememiz hakkaniyeti zedeler mi?
Şimdi konuya bir başka açıdan yaklaşıp Raab’ın yetki alanında bulunan ve sözüm ona ülkede bulunan Avusturyalı olmayanların "entegrasyonu" için çalışmalar yapmakla yükümlü bir kurum olan Avusturya Entegrasyon Fonu’na yayınlattığı broşürlerden bazılarının isimlerini verelim: "Paralel Toplumlar", "Göç Bağlamında Kadına Karşı Şiddet", "Avrupa-İslamı", "İslam’da Örtünme, "İthal Edilen Çatışmalar", "Göç Bağlamında Sosyal Açıdan Sorunlu Yerler".
Bu bilgiler ışığında, yapılan çalışmaların bazılarının bilimselliğinin eleştiri konusu olduğunu, Susanne Raab tarafından özellikle İslam hakkında görüş açıklamaları için podyuma çıkarılan ve gayet bilimsel(!) bir nitelemeyle, "Eleştirel İslam Uzmanı" diye nitelendirilen isimleri de saymamıza ayrıca gerek olmadığı açıklığa kavuşmuştur sanırım.
Kısaca, başka söze hacet var mı? "Entegrasyon"dan sorumlu bakanının işini bu şekilde uyguladığı bir ülkede, insanın aklına dışarıdan müdahale edip de ülkenin iç huzurunu bozmak için en ufak bir gayrete lüzum yoktur düşüncesi geliyor.
Son olarak değinilmesi gereken bir başka nokta da çok yakında açıklanması beklenen ve akabinde diplomatik gerilimler oluşturması öngörülen sözde Türk casusuna dair Türk diasporasında Avusturya makamlarına karşı kategorik olarak bir güvensizlik olduğudur. Söz konusu güvensizliklerini, Mayıs 2016’da Graz şehrinde bulunan bir cami kapısına kesik bir domuz kafasının asılması eyleminin Avusturya ordusu istihbaratı çalışanları tarafından gerçekleştirildiği argümanına dayandırıyorlar. Üzerinde düşünmeye değer..