Ukrayna'ya saldırısının ardından Rusya, Batı merkezli dünya iktisadı sisteminden (kısmen) dışlanırken, "Ruslar" Batı'nın içtimai psikolojisinde İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki asıl yerine rücu ettiriliyor: Yüksek tehdit arz eden ve tahdit edilmesi gereken medeni düşman. Savaştan dolayı Avrupa ülkelerine göç eden Ukraynalılar ise özümseniyor. Ukrayna'da ölenlerin sarışın mavi gözlü oluşu ve her ne kadar Rusya bu sefer zücaciyeye dükkanına girmiş fil gibi olmasa da Kyiv'in, Halep gibi, Kabul gibi ya da Bağdat gibi bombalanıyor olması Batı medyasında büyük bir şaşkınlık ve hezeyan ile aktarılırken doğudakileri de müteessir ediyor. Teessürümüze neden olan şeylerin başında mülteciler arasında oluşturulan hiyerarşi yer alıyor. Şöyle ki sınırı geçebilen Ukraynalılara, başta komşuları olmak üzere, Avrupa devletleri kendilerinden beklenmeyen bir teyakkuzla ve özveriyle ev sahipliği yapıyor. Mahalli idareler, STK'lar ve kiliselerin de desteğiyle yerlerinden edilen an itibariyle 800.000 Ukraynalı'ya mülteci statüsüne başvuru yapsın yapmasın 90 günlük ikamet vizesi ve çalışma izni veriliyor. 2014-5 yıllarındaki "mülteci krizi" karşısında dumura uğrayan Avrupa Birliği ve mültecilere sınırları ölüm duvarına dönüştüren Avrupa göç rejimi Ukraynalı mülteci krizine hızlı çözümler üretebildiğini gösteriyor. Sınır güvenliği mültecileri sınırda gasp edip anadan üryan bırakmak suretiyle donarak ölmelerine neden olan Yunanistan, Ukraynalı mültecilere kapılarını açabiliyor. Avrupa Birliği Ukraynalı mültecileri "kolları açık" beklediğini deklare edebiliyor.[1]
Batı medyası, ekseriyetle Avrupa medyası, Rusya'nın saldırısı karşısında Ukrayna'nın savaş ilanını jus ad bellum ilkelerine istinaden çerçeveliyor. Bu nedenle Rusya'nın Ukrayna'ya ve şehirlerine yönelik saldırısı haklı olarak ve açık bir şekilde kınanırken, olayın faili ve saikleri de net bir şekilde ifade ediliyor: Zalim bir kral ve emperyalist emelleri. Bu minvalde ülkelerindeki savaştan dolayı göç etmeye zorlananlar da Exodus'un mağdurları olarak resmediliyor. İşte tam bu noktada mülteciler arasında bir hiyerarşi oluşuveriyor. Her mülteci Kant'ın temellerini attığı ve uluslararası mülteci haklarına müstenit kozmopolitan haklardan (dünya vatandaşlığı hakları, Almanca: Weltbürgerrecht) istifade edemiyor. Ukrayna'yı terk etmek üzere yola çıkan siyah tenli mülteciler trenlerden atılıyor. Görülüyor ki beyaz Hristiyan Ukraynalı mülteciler Batılı zihindeki arketipe, Hristiyan ikonografiyle uyumlu bir şekilde denk düşürülüyor. Ekrandaki yerlerinden edilmiş ve yanlarına ancak birkaç parça eşya alabilmiş Ukraynalı mülteciler, I. Gur'ev'in tablosunu, "Yusuf ve Meryem"in mülteci bir aileyle birlikte resmedildiği "Dva Begstva" (İki Göç) adlı tabloyu zihinlere aksettiriyor.
Oysa, Suriye'de olup biten tam anlamıyla bir katliam iken 2011 yılından bu yana Beşar Esed, BM'in müdahalesini gerekli kılacak netlikte savaşı başlatan ve devam ettiren baş aktör olarak ilan edil(e)medi. Suriye rejim güçlerinin Rusya'nın hava desteği ve İranlı milislerin marifetiyle Sünni Müslümanları katledişi kesin ve şüphesiz bir biçimde savaş suçu olarak tanınmadı. DEAŞ tehdidi Suriye'ye müdahil olmaya niyetli ancak hedefi "terörizmle savaş" ile sınırlı bir Batı koalisyonunun oluşmasını sağladı. Böylelikle tüm siyasi ve medyatik ilgi DEAŞ ile mücadeleye yöneltildi ve örgütün bir anda buhar olmasıyla da söndü.
Başta ABD ve Avrupa Birliği olmak üzere Batılı devletler ve uluslararası örgütler Suriye'de Esed rejiminin soykırımından canını kurtarmaya çalışan milyonlarca insana ne politik, ne askeri, ne de ekonomik açıdan yeterli ve insani bir cevap verebildi. Avrupa devletleri 2005 yılında BM Dünya Zirvesinde benimsenen "Koruma Sorumluluğu" (kısaca R2P olan) düsturunu katliamın mağduru Suriyelilere uygulamaktan hep kaçındı. Bunun ardında Suriyelileri göçe zorlayan şartları açıkça bir katliam olarak nitelememek ve aksi yönde davranmanın getireceği siyasi ve iktisadi sorumluluktan kaçmak yatmaktadır. Böylesine bir gafletin ve sorumsuzluğun oluşturduğu boşlukta, Batı'ya yönelen mülteciler güvenlik odaklı bir söylemin nesnesi oldu. Onları yollara düşüren sebepler gizlendi, mültecilerin Avrupa toplumlarına uyumsuzlukları ve sayılarının Avrupa devletlerinin uyum kapasitelerinin fevkinde oluşu vurgulandı, zaman zaman mülteciler terörizmle bile ilişkilendirildi. Suriyeli, Iraklı, İranlı, Pakistanlı, Afganistanlı ve diğer beyaz olmayan mülteciler, tıpkı Adem ile Hava'nın (Yeni Ahit'teki) cennetten kovuluşlarını andıran, "insanın düşüşü" stereotipinden mülhem, şahıslar, gruplar ya da kitleler halinde, bir düşüş, zelil olma anını canlandıran haberlerle temsil edildiler.
Hülasa, Avrupa'nın mültecilere yönelik bu tutumu "bizim mültecilerimiz, sizin mültecilerinizden iyidir" mantığına dayanan ve ancak etnopolitik ve teopolitik saiklerle anlayabileceğimiz bir çifte standardı gün yüzüne çıkartıyor.
Geçmişte oryantalistler Batı zihninin debelendiği fantazmayı resimlerle ve edebi metinlerle besledi. Geçen yüzyılda gazeteler, radyo ve televizyon, bu yüzyılın ilk çeyreğinde ise televizyonla birlikte dijital medya vasıtaları bu görevi ifa etmeye devam ediyor. Gelecek ne tür yeni vasıtalara gebe tam olarak kestiremiyoruz ancak şundan eminiz ki mevcut haliyle dünya sisteminin gemisi su alıyor ve Batı'nın acilen daldığı rüyadan uyandırılması gerekiyor.
[1]https://www.bbc.com/news/world-60555472#
[Sabah, 4 Mart 2022].