1. İngiltere-Avrupa Birliği ilişkileri nasıl kuruldu?
İngiltere Avrupa Birliği içerisinde hiçbir zaman Almanya ve Fransa gibi, birlik içerisindeki bağları çok ileriye taşımayı hedefleyen bir ülke olmadı. Avrupa Birliği kurulurken kurucu üye olmaya davet edilen İngiltere transatlantik ortaklığı tercih edip Fransa önderliğinde kurulan Avrupa Kömür Çelik Topluluğu (AKÇT) ve Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun (AET) dışında kalmış ve hatta bu kuruluşlara alternatif bir olarak nitelendirilebilecek olan Avrupa Serbest Ticaret Birliği'nin (EFTA) kurulmasına öncülük etmişti. Bu İngiltere'nin geleneksel Kıta Avrupası politikasıyla ilgili bir tercih olarak karşımıza çıkıyor. Bu politika çerçevesinde İngiltere, Kıta Avrupası'nın doğrudan parçası olmaktan kaçınarak izlediği dengeleyici rolle bu bölgede kendisi açısından risk oluşturabilecek bir gücün ortaya çıkmasını engellemeye çalışmıştır. 20. yüzyılın başından itibaren de bu politikasında kendisine doğal müttefik olarak gördüğü ABD'ye yakınlaşmayı ve Avrupa'ya mesafeli durmayı tercih etmiştir. Ancak AKÇT ve AET çerçevesinde Avrupa'da ekonomik yönde atılan entegrasyon adımlarının dışında kalmanın kendisine zarar vereceğini fark ettiğinde bu birliklere üye olmak istemiş, bu defa da kendisini ABD'nin "Truva Atı" olarak tanımlayan de Gaulle'un vetosuyla karşılaşmıştır. Zorlu bir sürecin ardından, de Gaulle'un ölümünün ardından 1973 yılında AB üyesi olan İngiltere'de Muhafazakar Parti bu üyeliği isteyen ve gerçekleştiren parti olarak öne çıkmıştı. Ancak 1980'li yıllarda Muhafazakar Parti'nin lideri olarak başbakan olan Margaret Thatcher, Almanya ve Fransa'nın AB'yi ekonomik entegrasyonun yanında siyasi bir birliğe dönüştürmek istemelerinden ciddi bir rahatsızlık duymuş ve üye devletlerin egemenlik devrini öngören adımlara şiddetle karşı çıkmıştır. Bundan sonraki süreçte İngiltere, gerek ekonomik gerekse siyasi ve güvenlik konularında egemenlik devri gerektiren entegrasyon adımlarına hep karşı çıkmış, ortak paraya katılmayı reddetmiş ve AB içerisinde ortak güvenlik ve savunma politikası (AGSP) geliştirilmesine NATO'yu ve ABD'nin Avrupa güvenliğindeki rolünü anlamsızlaştıracağı gerekçesiyle karşı çıkmıştır. Ancak AB içerisinde güçlü pozisyona sahip olan Almanya ve Fransa gibi entegrasyon isteklisi üyelerin baskıları karşısında gerek ortak para gerekse AGSP konusunda atılan adımları engelleyememiş ve giderek birlikten uzaklaşmaya başlamıştır.2. Bu noktadan referanduma nasıl gelindi?
2014 Avrupa Parlamentosu seçimleri İngiltere'nin AB'den ne kadar uzaklaştığının açık göstergesi olmuştur. Bu seçimlerde İngiltere'de en fazla oyu AB karşıtlığı ve yabancı düşmanlığıyla bilinen Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) alırken, ikinci sırayı ülkedeki AB karşıtlarına üyelikten ayrılmak için istedikleri referandum sözünü veren Başbakan David Cameron'un Muhafazakar Partisi almıştır. Bu seçim sonuçları İngiltere'nin artık kendi isteği doğrultusunda etkileyemediği Avrupa Birliği'nden iyice koptuğunu ve Cameron'un, ekonomik sonuçlarından korksa da söz vermiş olduğu referandumu gerçekleştirmekten başka çaresi olmadığını göstermiştir. Brüksel'in, İngiltere'yi birlikte tutmak için son hamle olarak Londra'ya birlik içerisinde özel statü ve haklar veren bir anlaşmayı kabul etmesi de işe yaramamış ve Perşembe günü yapılan referandumda İngiltere AB'den ayrılma yönünde oy kullanmıştır.3. Brexit AB açısından ne anlam ifade ediyor?
Her şeyden önce diğer üye ülkelerdeki AB karşıtları tarafından çok heyecan verici ve cesaretlendirici bir sonuç olarak okunacağını ifade etmek gerekir. Avrupa'da artan ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobinin siyasal hareketlere evrilmesinin ne gibi sonuçlara yol açtığını ve AB içerisindeki yerleşik siyasi yapıları nasıl değiştirdiğini son yıllarda görüyoruz. Buna Brüksel bürokrasisi ve müdahaleciliğinden ciddi şekilde rahatsızlık duyan çiftçiler ve orta büyüklükteki işletme sahipleri gibi halk kesimlerini de eklediğimizde Avrupa'da AB karşıtlarının oranının her geçen gün arttığını söylememiz gerekiyor. AB içerisindeki birlikten yana yerleşik siyasetçiler bu trende karşı koymak konusunda başarısız olurken AB karşıtlığıyla bilinen Marine Le Pen, Nigel Farage, Beppe Grillo ve Frauke Petry gibi siyasetçiler giderek halkı ikna etme ve merkez siyasete yerleşme konusunda başarılı oluyorlar. AB karşıtlığı ve yabancı düşmanlığıyla bilinen bu siyasetçilerin ülkeleri olan Fransa, İngiltere, İtalya ve Almanya'da etkinliklerini artırmaları her şeyden önce Avrupa barışı için alarm zillerinin çalması anlamına geliyor. Avrupa ülkelerinin, büyük bir yıkıma sebep olan İkinci Dünya Savaşı'nın ardından aynı felaketi yeniden yaşamamak kaygısıyla kurdukları Avrupa Birliği'nin Avrupa'ya gerçekten uzun yıllar barış getirdiği hatırlanırsa, Avrupa'nın sürüklendiği bu yeni ırkçılık girdabının önce AB'nin sonra da Avrupa barışının sonunu getireceği endişeleri ortaya çıkıyor. AB'nin kurulması öncesinde Avrupa'nın sürekli olarak yaşadığı savaşlar bu endişelerin hiç de haksız olmadığının açık göstergesi olarak tarihin sayfalarında yerini alıyor. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'nda olduğu gibi, Avrupa'nın başlattığı savaşların bu kıta ile sınırlı kalmayıp bütün dünyaya yayıldığı gerçeği ise sadece Avrupa değil dünya barışı açısından da endişe edilmesini gerektiriyor.4.Avrupalı liderler bu sorunu çözme konusunda neden başarısız oluyor? Bundan sonra ne olacak?
Sorunu ele alış biçimleri maalesef çok yanlış ve amatörce. Panik içerisinde hareket ediyorlar. Yabancı düşmanı ve ırkçı söylemlere karşı AB'nin üzerine inşa edildiği değerleri savunmak yerine ırkçı partilerin oylarına ortak olmak kaygısıyla kendileri de yabancı düşmanı söylemlere sürükleniyorlar. Bu noktada akla Alman Hıristiyan Sosyal Birliği (CSU) partisinin eski başkanı Franz Josef Strauss'un 1986 Bavyera seçimlerinde aşırı sağcı Republikaner partisinin yüzde 3 oya ulaşmasını yorumlarken söylediği, "CSU'dan daha sağda demokratik açıdan meşru bir parti var olamaz" sözü geliyor. En sağdaki seçmene de talip olan CSU'nun bu seçmeni elde etmek için geliştirdiği söyleme bakıldığında, yabancı düşmanlığına ve zaman zaman AB karşıtlığına savrulan bir söylemle karşılaşılıyor. İngiltere Başbakanı Cameron'un referandum sürecinde Türkiye'nin üyeliğine karşı söylediği sözler de bu panik halinin açık göstergesidir. Yakın zamana kadar AB içerisinde Türkiye'nin üyeliğine en sağlam desteği veren ülke olarak görülen İngiltere'de başbakan koltuğunda oturan kişinin referandumdan AB'den ayrılma yönünde bir sonuç çıkması endişesiyle kolayca bu politikayı değiştirmesi ve "Bu hızla Türkiye ancak 3000 yılında AB'ye üye olur" gibi gayriciddi sözleri halk tarafından hiç ciddiye alınmadı. Tam tersine, bu şekilde panik halinde ne yapacağı belli olmayan bir lider görüntüsü veren Cameron yerine izledikleri politikalarda daha tutarlı davranan yeni liderlerin ülkeyi yönetmesinin daha doğru olacağına dair bir kanaatin ortaya çıktığı bile söylenebilir. Brexit oylaması, AB'ye uzun bir dönem barış getiren değerleri savunmak yerine, popülizme kaçan ve ırkçı siyasetçilerle yarışırcasına onlara benzer söylemler geliştiren Avrupalı liderlerin halk tarafından nasıl cezalandırıldığının göstergesi olmuştur. Eğer diğer ülkelerdeki Avrupalı liderler de aynı reaksiyoner popülizmi sürdürür ve bütün Avrupa'yı tehdit eden ırkçılık ve yabancı düşmanlığına karşı etkili tedbirler almak yerine bu gidişata ayak uydurmaya devam ederlerse benzer sonuçların o ülkelerde de ortaya çıkması kaçınılmaz görünüyor.5.Bundan sonra İngiltere ne yapacak?
Referandum sonucunun ayrılma yönünde çıkmasının İngiltere açısından anlamına gelince, öncelikle bu yönde bir sonuç çıkmasının son düzlükte üyeliğin devamı kampanyasına destek veren Başbakan Cameron için bir yenilgi olacağı ve bu durumda istifa etmesi gerekeceği konuşuluyordu ki, Cameron bu yönde bir açıklama yaptı. Üyelikten ayrılma süreci iki yıla kadar uzayacak müzakerelerin olacağı zor bir döneme işaret ediyor ve gerek İngiltere gerekse AB açısından yukarıda değinilen siyasi sonuçların yanında önemli ekonomik hasarlara da yol açacaktır. Bu sonucun Avrupa'da oluşturacağı ekonomik hasarın Türkiye dahil olmak üzere küresel piyasalarda da ciddi olumsuz yansımaları olacaktır.6.Bu sonuç Türkiye açısından ne anlam ifade ediyor?
Öncelikle, Avrupa'daki merkez siyasetçilerin Türkiye'nin üyeliği meselesini seçimler ya da halk oylamalarında siyaset malzemesi yapmalarının bir işe yaramadığını gösteriyor. Bu sonuç Avrupalı liderlere, kendi halklarının AB konusundaki olumsuz tutumlarının Türkiye'nin üyeliği gibi konulardan değil, kendi güven vermeyen politikalarından ve aşırı Brüksel bürokrasisinden kaynaklandığını anlamaları için bir düşünme fırsatı veriyor. Ancak Avrupalı liderlerin bu fırsatı değerlendirip Türkiye konusunda daha tutarlı bir politikaya yönelecekleri kuşkulu görünüyor. AB'deki bütün kesimlerin giderek Avrupa'nın temsil ettiği değerleri ve barış vizyonunu terk edip popülist politikalara sürüklenmesi ise belki de Ankara'nın artık Avrupa ile ilişkilerini üyelik dışında daha gerçekçi bir düzleme oturtma vaktinin geldiğini gösteriyor. Çünkü gerek Brexit kampanya sürecinde Avrupalı politikacıların Türkiye'nin üyeliği konusundaki samimiyetsiz tutumları ve gerekse oylama sonucunun Avrupa'daki yabancı düşmanı ve AB karşıtı kesimlerin sayısının arttığının yeni bir göstergesi olması Türkiye'yi böyle bir tercihe artık eskisinden daha fazla zorluyor.[Sabah Perspektif, 25 Haziran 2016]