Avrupa’da radikal sağın yükselişiyle birlikte, Avrupa Birliği (AB) politikaları ve “kriterleri”nin sorgulanması son birkaç yılı içermiyor. AB’nin geleceğine yönelik “şüpheciler hareketi” en başından itibaren hep vardı. Önce görünür daha sonra da başat aktör hâline gelmeleri ise son on yıl içerisinde gerçekleşti.
2014 Mayıs’ında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, radikal ve popülist sağ hareketlerin çok önemli başarı kazanması ise, AB bağlamında kalenin içten ele geçirilmesi anlamına gelmekteydi. Son birkaç yıllık dönemde AB’nin gittikçe vizyon kaybına uğraması, etkili zirveler gerçekleştirememesi ve geleceğe yönelik politik gündem oluşturamaması, parlamentoyu oluşturan çoğunluğun bizatihi kendilerinin AB projesine inanmamalarıyla ilgilidir. Bu açıdan, radikal sağın Avrupa siyasetinde sonuç alıcı etkisi ilk önce aslında Avrupa Parlamentosu’nda ortaya çıktı. Burada edindiği öz güvenle, her bir ülkenin içerisinde daha da güçlendi.
Avrupa’nın geleceğine yönelik son dönemde aşırı sağ siyaset üzerinden yaşanan tartışmalar, diğer krizlerin sahici bir şekilde masaya yatırılmasını erteliyor. Avrupa’da çok boyutlu olarak yaşanan her bir kriz bir diğer krizi derinleştiriyor. Bugünlerde, Avrupa’nın krizini aklıselim bir çerçevede ele alan yazıların büyük çoğunluğu, iki büyük savaş arası dönemde Avrupa’da yaşananlara atıfta bulunma ihtiyacı hissediyor. Bu yazıların büyük çoğunluğu Avrupa’nın kendi medyasında çıkıyor.
İkinci Dünya Savaşı'nın ardından, bugünkü AB’nin temelini oluşturan düşünce, Avrupa’nın güvenlik, ekonomi, yönetim ve ideolojik açıdan rasyonel bir zemine oturtulması çabasıydı. Bu çaba, Avrupa’nın kendi arasında sürekli yaşanan savaşları önlemek içindi. Aynı zamanda, faşist milliyetçi yöneticilerin tekrar iktidara gelmesini engelleyecek bir mekanizmanın oluşturulması amaçlanmıştı.
Son dönemde, kıta içinde ortak Avrupa düşüncesini ortaya çıkaran tüm değerler her açıdan sorgulanıyor. Avrupa’nın birbirini besleyen krizleri farklı başlıklarda tartışılıyor. Bazı başlıklar ise şunlar:
İlki, siyasetin krizi: Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı öncesine benzer, radikal partiler gittikçe güç kazanıyor. Bu partilerin güç kazanması, radikal popülist sağın Avrupa’da toplumsal olarak da “ana akım siyaset tarzı” hâline gelmesine yol açıyor. Dolayısıyla, radikal sağın, AB karşıtlığı, yabancı, İslam ve göçmen düşmanlığı, küreselleşme eleştirileri ve sınırların kontrolü gibi söylemlerinin Avrupa toplumunda karşılık bulması, AB yanlısı siyasetçileri de aşırı sağ söylemlere sürüklüyor.
İkincisi, yönetim ve liderlik krizi: AB, aynı zamanda istikrarlı bir yönetimi sürekli kılacak bir projeydi. Özellikle, AB içindeki güçlü ülkeler, Avrupa’nın gelecek vizyonunu belirleyeceği için diğer ülkeler bu siyasetin bir parçası olarak varlığını sürdürecekti. Ancak gelinen noktada, Avrupa’da siyasi partilerin oylarının gittikçe bölünmesi ve aşırı sağ partilerin yükselmesi yönetilebilirlik krizini doğurmaktadır. AB’nin geleceğine yön vermesi gereken, Fransa’da AB karşıtı parti iktidar alternatifi, Almanya’da Merkel’in koltuğu sallantıda, İspanya azınlık hükûmeti ile yönetiliyor. İtalya’da geçiş hükûmeti iktidarda. Diğer küçük ülkelerde uyumsuz koalisyonlar yüzünden sürekli hükûmet krizleri yaşanmakta.
Üçüncüsü, ekonomik kriz: 2000 sonrası genişlemede, üye olan ülkeler ekonomik ve siyasi olarak AB’ye tam entegre olamamaları, birliğin geleceği için bir yük olarak görülüyor. Ayrıca İspanya ve Yunanistan gibi ülkelerin ekonomik krizlerden kurtarılmasına yönelik uygulanan sübvansiyonlar, kuzey ülkelerini öfkelendiriyor.
Güvenlik ve savunma krizi: Avrupa’nın terörle ve yasa dışı göçle mücadele edecek mekanizmayı bir türlü etkin olarak kuramaması, AB karşıtı düşünceleri körükleyen diğer bir etken. Ayrıca, Rusya’nın doğuya genişlemesi başta olmak üzere, diğer çok boyutlu tehditlere karşı ortak savunma ve güvenlik politikasını uzun dönemdir tartışmasına rağmen, hayata geçirememesi AB’nin geleceğine olan güveni gittikçe sarsıyor.
İşte tüm bu sorunların, Avrupa’yı daha derin bir krize doğru sürüklediği düşüncesi gittikçe yaygınlaşıyor.
[Türkiye, 18 Mart 2017].