Uzun süren ve yıllara yayılan çatışmalarda en büyük sorun konuyla ilgili atılan son adımlar ve gelişmeler üzerinden genel çıkarımlar yapılmasıdır. Dokuz yıldır devam eden Suriye iç savaşında taraflar İdlib’de sonu zorlarken filmin son sahnesini filmin tamamıymış gibi sunulmak isteniyor. Bu tutum en çok da İdlib’de Türkiye sınırına yığılan milyonlarca mülteciyle ilgili tartışmalarda açığa çıkıyor. Türkiye’nin İdlib’deki sıkışan mültecilerle ilgili olası bir göç geçişini kolaylaştırmak için yeni bir karar aldı. Suriyeli sığınmacılar artık kendi isteklerinin hilafına Türkiye’de tutulmayacaklar.
Algılar ve Gerçekler
Ancak Türkiye’nin atmaya mecbur bırakıldığı bu adımın gerek iç gerek dış kamuoyunda yanlış değerlendirildiği görülüyor.
Suriyeliler istekleri dışında botlara bindirilip gönderiliyor algısı hızla yayılıyor. Oysa kimse bir yere gönderildiği yok. Türkiye sadece İdlib’den gelmesi muhtemel yeni göç dalgasının kara ve deniz yoluyla Avrupa’ya geçmesine engel olmayacağını açıkladı. Yani kimse ne göçe zorlanıyor ne de teşvik ediliyor. Aksine alınan karar Avrupa’ya gitme kararı veren Suriyelilerin bu kararlarının önünde durulmamasından ibaret. Nitekim sınır bölgelerindeki görevliler de mültecileri “tutmamaları” yönünde bilgilendirildiler. Bu beklenmeyen bir adım da değildi. Ankara defaatle İdlib’den gelecek yeni bir göç dalgasını kaldıramayacağı noktasında Avrupa’yı uyarmış ve destek istemişti. Türkiye’yi bu adımı atmaya mecbur bırakanlar bir yandan mülteciler konusunda verdiği sözleri tutmayan Avrupa ve içeride toplumsal ve siyasi basınç yaratan Suriye karşıtı muhalefet oldu. Ancak Türkiye’nin Suriyelileri misafir etme ve insani olarak sorumluluk alma eksenindeki mülteci siyasetinde bir değişiklik olmadığı en yetkili ağızlarca açıklandı.
Türkiye mültecileri Avrupa’ya karşı kullanıyor ya da riskli göç yollarına teşvik ediyor algısını yaymak 2011’den beri açık kapı siyaseti izleyen Türkiye’ye karşı büyük haksızlıktır. Ne mülteciler zorla bir yere gönderiliyor ne de Türkiye’nin savaş mağduru göçmenlere yönelik insani tutumu değişti. Nitekim bu insani mülteci yanlısı tutum ensar muhacir kardeşliği veya insani sorumluluk motivasyonuyla halk nezdinde de büyük oranda kabul görmüştü. Ancak mülteci akınının beraberinde getirdiği sosyo ekonomik sorunlar Türkiye’nin kapasitesini zorlamaya başladı. Bunun yanı sıra mülteci meselesini hükümete karşı siyasi olarak araçsallaştıranlar da mülteciler konusunda toplumda bir baskı oluşturdu.
Son karara yönelik Türkiye mültecilere geçiş özgürlüğü sağlayarak Avrupa’yı cezalandırıyor algısı da doğru değil. Aksine olsa olsa Türkiye Avrupa’nın yıllardır görmezden geldiği Suriye iç savaşında alması gereken sorumluluğu hatırlatıyor denebilir. Nitekim Türkiye’nin mülteciler için yaptığı milyar dolarlık harcamaların yanı sıra Suriye içinde güvenli bölge oluşturularak buraya yerleştirilmeleri için Batı’dan beklediği destek talebi de cevapsız kaldı.
Avrupa‘nın mülteci karnesi
Suriye savaşının iki büyük sonucu oldu: terör ve göç. Ancak Avrupa ülkeleri maalesef terör meselesine ancak ve DEAŞ Avrupa’da bombalar patlatmaya başlayınca ciddiye aldılar. Benzer şekilde Suriye savaşının neden olduğu insani krizle de ancak Avrupa’ya mülteci geçişleri artınca ilgilendiler. Avrupa’nın mülteci siyasetinin özü yok saymak ve mültecilerin Avrupa’dan uzak tutulması oldu. Üstelik AB istese bunu finanse edecek güce de sahipti. Nitekim Amnesty International Almanya Temsilcisi “Mültecilerin %85’i AB ülkelerinden daha fakir ülkelerce alınıyor ve sığınma veriliyor. AB daha fazlasını yapabilir” açıklamasında bulunmuştu. Ancak Avrupa’da buna yönelik bir irade görülmüyor. Kimse mültecilere kapıyı açarak daha aşırı sağ partilerin ekmeğine yağ sürmek istemiyor. Ancak bu canavarı da Avrupa kendisi yarattı. Avrupa siyaseti, elitleri ve medya eliyle bir mülteci/Müslüman öcüsü yaratıldı. Bu farazi tehlike söylemi de aşırı sağcı söylemi ve terörü tetikledi. Kısacası Avrupa mülteci meselesini siyaseten yönetemedi. Bu sorun Türkiye’nin aksine Avrupa için bir ekonomik imkan ve kapasite değil siyasi irade ve istek yokluğu meselesidir.
Suriyelileri denizde ölüme terk eden, birbirine “paslayan”, ekonomik gücüne rağmen elini taşın altına koymayan AB göç krizi ile hem kendini hem de bölgeyi istikrarsızlaştı. Buna rağmen sınırına yığılmış mültecilere kapısını açan Türkiye’nin mültecileri “enstrümentalize etmekle” suçlanması en hafif tabirle insafsızlıktır. Oysa esas itibarıyla Avrupa, Suriye’de savunuculuğunu yaptığı “Batılı değerleri” gömmüştür. Nitekim AB’nin mülteci siyasetinden akıllarda geriye Avrupa sınırlarına çekilen metrelerce dikenli teller, sahile vuran Aylan bebekler, sınırda Avrupalı gazetecilerin çelme taktığı masum mülteciler ve Suriyelileri boğulmaktan kurtaran STK temsilcilerine verilen hapis cezaları kaldı.
Mülteci yükünden payına düşeni kabul etmek istemeyen Avrupa kendisine sorumluluklarını hatırlatan Türkiye’yi mülteciler meselesiyle Avrupa’yı tehdit etmekle suçluyor. Oysa Türkiye sadece 4 milyona yakın insana ev sahipliği yaparak bile bu konuda adeta dünyanın insanlık “namusunu” kurtarmıştır.
Mülteciler konusundaki temel yanılgı ise Avrupa ile pazarlık aracı yapıldıkları konusudur. Oysa mülteci krizine sessiz kalması sonucu Türkiye AB ile mülteci anlaşması imzalayarak en azından ülkedeki mülteci “yüküne” ortak olması için sadece mültecilere harcanmak üzere mali destek talebinde bulundu. Ancak AB’nin yükümlülüklerini yerine getirmemesi sonucu mesele süreç içinde farklı bir yöne evrildi ve bugünlere gelindi.
Elbette Suriyelilerin Avrupa’ya geçmek istediklerinde gerek kara gerekse deniz yollarında ciddi tehlike ve risklerle karşılaşacakları açıktır. Burada pek çok Avrupalı STK’nın da vurguladığı gibi AB bu insanların güvenli ve legal bir şekilde Avrupa’ya ulaştırılmalarını sağlamakla yükümlüdür.
Ankara mülteci krizinde 2011’den beri aktif bir biçimde sorumluluk alıyor. Kapasitesi doğrultusunda bu konuda insani ödevlerini yapmaya da devam edecek. Üç maymunu oynayan Avrupa’ya sorumluluğunu ise can havliyle yollara düşen Suriyeliler hatırlatacak. Onların güvenliği artık tüm dünyanın boynunda bir vebaldir.
[Sabah, 1 Mart 2020].