Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenliler on yıllardır yaşadıkları topluma entegre olamamak suçlamasıyla karşı karşıya. Oysa aynı insanlar 60’lı yıllardan itibaren Almanya, Avusturya, Fransa ve Belçika gibi Avrupa ülkelerinin II. Dünya Savaşı’nda kaybettiği işgücü eksikliğini gidermek amacıyla ülkeye davet edilmiş ve tren garlarında bando-mızıka eşliğinde, büyük bir coşkuyla karşılanmıştı. Kimsenin aklına bu insanların ülke dilini, örf ve adetlerini bilip bilmedikleri sorusu gelmemişti. Aynı şekilde ilk dönemlerde kimse ‘entegrasyon’dan söz edecek durumda değildi. Her ne kadar bu durumun nedenlerinden birinin Avrupa’ya gelen insanlarımızın bir-iki sene gibi kısa dönemler için bu coğrafyada bulunacakları düşüncesi olduğu söylenebilirse de bundan çok daha önemlisinin insanlarımızın kas gücüne duyulan ihtiyaç olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Zaman ilerledikçe hem kısa dönemli olarak öngörülen ikametin süresi uzadı hem de tarihte diğer toplulukların başına geldiği gibi asimile olacakları öngörülen Türklerin asimilasyona direnç gösterdiği ortaya çıktı. Bunun üzerine Almanya eski Başbakanı Helmut Kohl’ün de bir zamanlar İngiltere eski Başbakanı Margaret Thatcher’e itiraf ettiği gibi bir türlü asimile edilemeyen Müslüman Türkler için şeffaf, görünmeyen ‘entegrasyon’ çıtasının yürürlüğe konulması kararlaştırıldı.
Buna göre Türklerden eğer Avrupa’da yaşamaya devam etmek istiyorlarsa ülkenin dilini öğrenmekten başlayan, ülke kültürü ve yaşam biçiminin içselleştirilmesinden geçerek hedefi Almanlaşmak, Avusturyalılaşmak olan yüksek bir ‘entegrasyon’ çıtasını geçmeleri isteniyordu. Türklerin ‘entegrasyon’ uğruna attıkları her adım küçük bir övgünün ardından çıtanın daha yüksekte olduğu uyarısı ile karşılanıyordu. ‘Entegrasyon’ yolunda kat edilen mesafe ne kadar artarsa artsın bir türlü istenilen seviyeye gelmek mümkün olmuyor ve son tahlilde hep çıtanın altında kalınıyordu.
Sınırı belirsiz entegrasyon
60 yılı aşkın bir süredir Türkler, dili otokton halktan daha iyi de öğrenseler, kendisiyle gurur duyulan milli sporcu da ödüllü sanatçı da olsalar, hatta bir canı ölümden de kurtarsalar bir türlü ‘entegre’ olmuş sayılmıyorlar. Sınırları bilinçli olarak belirlenmeyen ‘entegrasyona’ göre yerel dili iyi bilmeyenler ancak dili iyi bildikleri taktirde entegre olmuş sayılacakları mesajını alırken, yıllar süren çabaları sonucunda bu çıtaya ulaşanlara bu sefer giyim-kuşam, yemek-yaşam kültürü entegrasyonun yeni hedefleri olarak öne sürülüyor. Bu çıtalara da erişen kişiler ‘entegre’ olmuşlardan sayılabilmek için bu sefer ‘doğru’ düşünmek ve ‘doğru’ siyasal tavırlar takınmaları gerektiğini öğrenmek durumunda kalıyor. Özetle ‘entegrasyon’ adı verilen görünmez bir çıta bulunmakta ve Müslüman Türkler ne zaman bu çıtaya yaklaştıklarını ve hatta bu namevcut çıtayı aştıklarını düşünseler kendilerine ‘entegre’ olamadıkları, yine çıtanın altında kaldıkları söyleniyor.
Geçtiğimiz günlerde Avusturya’da yaşanan bir skandal aslında entegrasyon ile kastedilenin tam bir aldatmaca olduğunu bize göstermektedir. İsminin açıklanmasını istemeyen ve üniversite eğitimini Viyana’da mastır derecesiyle bitirmiş, başörtülü bir Türk vatandaşı Viyana İş ve İşçi Bulma Kurumu’na iş aradığı beyanında bulunmuş. Konuyla ilgili memur kendisini uzun süre iş piyasasında bulunmamış olduğu gerekçesiyle paket yapma, etiketleme ve temizlik işlerine yönlendirmiş. Vatandaşımız ne kadar itiraz ettiyse de görevliye bir türlü kabul ettirememiş bu durumun anormalliğini.
Şimdi soralım: Dünyada acaba kaç ülkede üniversiteden mastır derecesiyle mezun olmuş, yabancı dil bilen, genç bir insan temizlikçilik, paket yapma ve etiketleme gibi işlere yönlendirilir? Evet, Avusturya’da aşırı sağcı söylem ve eylemin ortaklığındaki bir hükümet altında bu o kadar kolaydır işte. Hele de Türkseniz, Müslümansanız ve bir de başörtülü bir kadınsanız fazla düşünmeden yapacağınız iş belirlenir. Müslüman, başörtülü bir Türk kadını temizlikçilikten başka ne yapabilir ki? Nerede liyakat-iş uyumu? Nerede Müslüman kadınların evde kalmamaları gerektiği söylemi? Bir yandan kalifiye eleman açığı var diye bütün dünyada Kırmızı-Beyaz-Kırmızı-Kart (Rot-Weiß-Rot-Karte) verecek insan aranmakta, bir yandan da on binlerce avro yatırım yapılarak Avusturya’da üniversiteden mezun olmuş bir kişi eğitimi ile bağdaşık olmayan işlere yönlendirilmekte. Ahlaka aykırı olan bu tutum akla da aykırı değil midir?
Sadece Türklere mi?
Doğrusu haksızlık etmemek gerekir. Bu tür düşmanlıkların Avusturya’da sadece Türklere yönelik olduğunu söylemek doğru değildir. Avusturyalılara da benzer muameleler yapılmaktadır. Şöyle ki; bundan bir süre önce hukuk fakültesi mezunu, Türk kökenli Avusturya vatandaşı bir Müslüman kızın sırf başörtülü olduğu için hakimlik sınavlarına alınmayarak hakim olması engellenmişti. Söz konusu olayı da Avusturya’da adalet Bakanlığının öteden beri Nazi düşüncesine sempati ile bakan çok sayıda kişiyi bünyesinde barındırma geleneğine sahip bir kurum olduğu gerekçesiyle izafi hale getirebiliriz elbette. Avusturya özelinde verdiğimiz bu örneklerin Avrupa’nın diğer ülkelerinde de vakai-adiyeden sayıldığına şüphe yoktur. Ama yolun sonu iyi görünmüyor. Artık Türkiye’nin özellikle Avrupa diasporasına yönelik politikasını ciddi olarak değiştirmesinin vakti geldi. Bundan böyle ‘entegrasyon’ adı altında bu coğrafyadaki insanımıza dayatılan yalan ve aldatmacaların sona erdirilmesi için çaba harcamak gerekmektedir. 60 yılı aşkın tarihi tecrübe bize Avrupa devletlerinin gerçekte böyle bir dertlerinin olmadığını göstermektedir. Sadece, Türkleri asimile etmek istediklerini siyaseten söyleyemedikleri için ‘entegrasyon’ kelimesini dillerine pelesenk ettiklerini ne zaman anlayacağız?
Azınlık statüsü
Bu noktada talebimiz Avrupa’da yaşayan 6 milyon insanımızın klasik azınlık statüsüne alınması ve buna göre muamele görmeleri olmalıdır. Türkiye konuya dair Avrupa ülkeleri ile gerçekleştirdiği görüşmelerde taleplerini bu doğrultuda oluşturmalıdır. Görünen o ki hukuki bağlayıcılığın bile yetersiz kaldığı ve bundan sonra da giderek daha zor koşulların bizi beklediği Avusturya gibi ülkelerde, insanlarımızın daha az zarar görmeleri için azınlık statüsüne alınmaları doğrultusunda baskı yapmak elzemdir.
Son olarak Avrupalı Türklere de bir hatırlatmada bulunmak yerinde olur. Avrupalı Türkler şunu unutmamalılar ki aslında hiç bir zaman ulaşmaları mümkün olmayan bir ‘entegrasyon’ aldatmacasının figüranı konumundadırlar. Bu sahte ‘entegrasyon’ politikalarını tümden reddetmeden, eşit haklar temelinde, insanca, barış ve huzur içinde birlikte yaşamak mümkün olamayacaktır. Hepimizin bildiği gibi haklar verilmez alınır. Bunun yolu ise en başta bilinçlenmekten geçmektedir.
Yahudiler kadar ‘entegre’ olmak
Bu noktada herkese izlemesini salık verdiğim Son Tren isimli filmden bir sahnenin yıllardır zihnimden hiç çıkmadığını söylemek istiyorum. Filmin beni çok etkileyen sahnesinde toplama kamplarına götürülen bir grup insanın arasında bir Yahudi kadın kızını sakinleştirmek için ona Almanca masal anlatmaktadır. Bu sahne bana Müslüman Türklerin ne yaparlarsa yapsınlar hiçbir zaman Almanlar kadar Almanlaşamayacakları, Fransızlar kadar Fransızlaşamayacakları, Hollandalılar kadar Hollandalılaşamayacakları fikrini hatırlatır. Filmi ilk seyrettiğim günden beri zihnimden Türklerin ne yaparlarsa yapsınlar hiçbir zaman Yahudiler kadar ‘entegre’ olamayacakları düşüncesini atamıyorum. O halde bu gidişatı hep beraber sorgulamanın vakti gelmedi mi?
Unutmayalım ki tüm zamanların en ‘entegre’ halkı olan Yahudiler bile sahip oldukları ‘entegrasyon’ seviyesine rağmen kendilerini Nazilerin katliamlarından kurtaramamıştır.
[Star, 17 Kasım 2018].