Pek çok “demokratik” ülke lideri Mısır’daki olayları darbe olarak tanımlamadı. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da “demokratikleştirme” bahanesiyle iki işgale girişmiş ve yüklü miktarda kan döküp para harcamış Amerika darbe kelimesini kullan(a)madı. ABD Başkanı Obama yaşananları darbe olarak tanımlamamak için her yola başvurdu. ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Ed Royce ise bir adım daha ileri giderek, bu darbenin suçunu tamamıyla Mursi’nin omuzlarına yükledi.
Benzer şekilde, AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton da yaptığı açıklamada darbe kelimesini kullanmaktan kaçındı. Buna ilâveten, Ashton’ın açıklamasında askerin seçilmiş iktidarı devirmesi nedeniyle herhangi bir yaptırıma maruz kalabileceğine dair en ufak bir ima dahi yoktu. AB’nin bu tutumunu, Avrupa Parlamentosu üyesi ve Hollanda Demokrat 66 Partisinin temsilcisi Marietje Schaake’ın Mısır’da yayın yapan Ahram gazetesine 4 Temmuz’da verdiği mülâkatta da açık bir şekilde görmek mümkündür. Schaake, bu mülakatta, demokratik yollarla seçilmiş bir cumhurbaşkanının devrilmesini ne darbe olarak tanımladı ne de kınadı. Bunun yerine, Schaake bir gün önce yapılan darbeyi görmezlikten gelmeyi tercih etti. Daha da ilerisi, Schaake, AB’nin Mısır’a yaptığı 5 milyar avro tutarındaki mali yardımın teknik yönleri ile Mursi döneminde dondurulan bu yardımın yeni dönemde nasıl tekrardan Mısır hükümetine sunulabileceğinin detaylarını anlattı.
İslâm ve demokrasinin uyumunu sorgularken asıl kast edilen İslâm ile liberalizmin uyumlu olup olmadığıdır.
Bu iki açıklama, AB’nin komşu ülkelerde demokrasinin teşviki politikasının açık ihlâliydi. AB, 1990’lardan itibaren Ortadoğu ve Kuzey Afrika ile daha iyi ilişkiler kurmak ve bu ülkelerde demokratikleşme ile iyi yönetimi teşvik etmek için Barselona Süreci, Avrupa Komşuluk Politikası, Avrupa-Akdeniz Ortaklığı gibi politikalar geliştirdi. Ancak AB, ne kadar kusurlu olursa olsun, bir demokrasi deneyimini ortadan kaldıran askerî darbeye karşı sessiz kalarak bu politikalarındaki samimiyet seviyesini ortaya koymuştur. Tabii, bu darbeyi darbe olarak tanımlamama durumu yalnızca resmî çevrelerle sınırlı değil. Uluslararası medyanın önemli bir kısmı, uzmanlar ve analistler de Mısır’da meydana gelen olaylara ne darbe diyebildi ne de yaşananları kınayabildi. Peki, ama uzmanlar bu yeni milenyumun naklen yayınlanan ilk darbesini darbe olarak tanımlamakta neden bu kadar isteksizler? Dünya genelindeki demokratikleşmenin önlenemez yürüyüşünü hepimiz alkışlamıyor muyduk? Arap Baharı, 1989-1990’da Orta ve Doğu Avrupa’da meydana gelen gelişmelere benzer ve memnuniyet verici bir gelişme değil miydi? Öyleyse, Mısır neden bir istisna kabul edilmektedir?
Mısır’da ordu, yeni doğmakta olan bir demokrasiyi devirirken, demokratik ülkeler neden bu kadar sessizler? Birçok analist bu darbeye ya açık veya zımnî destek sunuyor ya da bu darbeye karşı sessiz kalmayı tercih ediyor. Bu darbeyi haklı göstermek için en sık başvurulan gerekçelerden bir tanesi ordu müdahalesinin önemli ölçüde halk desteğine sahip olduğu, dolayısıyla yaşananların bir darbe olarak nitelenemeyeceği şeklindedir. Ancak askerî darbeler tarihine kısa bir bakış darbelerin halktan destek görmesinin yeni hiçbir tarafının olmadığını ortaya koymak için yeterli olacaktır. Jackson Diehl’ın Washington Post’ta yayımlanan yazısında işaret ettiği gibi, geçen yarım asırda Arjantin’den Tayland’a kadar, birçok ülkede gerçekleşen askeri darbeler halkın önemli bir kısmının desteğini aldılar. Benzer şekilde, Türkiye’de 1980 askerî darbesinden sonra yapılan askeri anayasa halkın yüzde 90’ının üzerinde bir kesimin onayını alarak yürürlüğe girdi. Ancak ne askere darbe yapması için sunulan halk desteği ne de darbecilerin ortaya koyduğu ürünlerin toplumun çok geniş bir kesiminden destek görmesi yaşananların darbe olduğu gerçeğini ortadan kaldırmak için yeterli olmadı. Dolayısıyla, Mısır’da yaşananları darbe olarak tanımlamamak için ortaya atılan “halk desteği” gerekçesi güçlü bir temele oturmamaktadır.
Buna karşın, uluslararası medyada ve analistlerin söylemlerinde cumhurbaşkanının kimliğine yapılan aşırı vurgu bu darbeye göz yumulmasındaki asıl gerekçeye işaret etmektedir. Bu yaklaşım, darbenin Mursi ve hükümetinin ortaya koyduğu hatalı ve başarısız politikaların bir eseri olduğunu iddia etmektedir. Fakat buradaki asıl önemli nokta, bu hatalı ve başarısız politikaların sürekli şekilde Mursi ve partisinin İslamcı kimliğiyle ilişkilendirilmesidir. Bu darbeyi bir şekilde mazur göstermeye çalışan analizlerde Mursi’nin “hatalı” politikalarıyla İslamcı kimliği arasında bağlantı kurmayan bir analize rastlamak adeta imkânsız bir arayışa dönüşmektedir.
SEKÜLER-OTORİTER REJİMLER
Bazıları için Mısır’da Müslüman Kardeşlerin bir yıllık iktidar deneyimi İslâm’ın demokrasiyle bağdaşmayacağı fikrini haklı çıkarmaktaydı. Bu grup, yaşananların siyasal İslâm’ın açık ve demokratik siyasal bir sistemin kurallarıyla oynama konusundaki başarısızlığı ve gönülsüzlüğünü ortaya koyduğunu belirtti.
Ancak böylesi bir yaklaşım, demokrasi ve dine özcü bir çerçeveden yaklaştığı, liberalizm ile de demokrasiyi birbirine karıştırdığı için sorunludur. Bununla beraber, bu yaklaşım Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin yüzleştiği asıl sorunu gözardı etmektedir: Laik-seküler kesimlerin açık ve demokratik bir siyasal sisteme uyum göstermede ortaya koyduğu kan uyuşmazlığı.
Birincisi, İslam ile demokrasinin uyumlu olup olmadığı tartışması temelde hatalı bir tartışmadır. Bu tartışma hem demokrasi hem de dine karşı özcü bir yaklaşım benimsiyor; işlemekte olan bir demokrasiyi güçlü ve bağımsız kurumlar, hukukun üstünlüğü ve siyasî deneyimler üzerinden okumak yerine belli kültürel, medeniyet ve dini kodlar üzerinden okumayı tercih ediyor. Bu (Avrupa merkezli) görüş yalnızca demokrasinin evrensel iddialarıyla ters düşmekle kalmayıp aynı zamanda dünyanın farklı yerlerinde farklı toplumların politik deneyimleriyle de itibarsızlaşmaktadır. Bu yaklaşım, kültürel, medeniyet ve dini nedenlerle demokrasinin temelde ve tamamıyla bir Avrupalı fenomen olduğunu iddia edip ona Avrupa-Batı dışı coğrafyada yaşam hakkı tanımamaktaydı.
Bu temelsiz iddia her geçen gün dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan demokrasi deneyimleriyle sarsılmaya başladı. Tayvan ve Japonya gibi ülkeler demokrasi konusunda bir Asya istisnasından bahsedilemeyeceğini ortaya koyarken Türkiye, Endonezya ve Malezya gibi ülkelerde aynı konuda İslâmî bir istisnanın olamayacağını ispat ettiler. Bu deneyimler karşısında başka bir istisnai durum önerildi: Arap istisnası. Ancak Arap Dünyası’ndaki devrimler istisnacılığın bu en son şeklinin de hükümsüz olduğunu ifade etmektedir. Bu deneyimler, Asyalıların, Müslümanların ve Arapların temsili demokrasi ve haysiyet talepleri konusunda Avrupalı ve Amerikalı benzerlerinden farklı olmadıklarını göstermektedir.
İkincisi, uzmanlar İslâm ve demokrasinin uyumunu sorgularken aslında asıl kast edilen İslâm ile liberalizmin uyumlu olup olmadığıdır. İslâmcı hareketlerin faaliyet gösterdikleri ülkelerde genellikle en iyi organize olan grupları temsil etmesi ve bu ülkelerin halklarının sahip olduğu değer yargılarıyla organik bağ kurabilmesi, onların seçimsel demokrasiyle bir sorun yaşamamalarını sağlamaktadır. İslamcı yapıların ortaya çıkan her demokratik siyaset fırsatını büyük bir iştiyakle değerlendirme çabası bunu kanıtlamaktadır. Bu durumda, uyum sorusuyla asıl kast edilenin demokrasi değil de liberalizm olduğunu ortaya koymaktadır. Başka bir ifadeyle, bu soru, İslam’ın liberal ve seküler talepleri ne ölçüde karşılamaya hazır olduğunu sorgulamaktadır. Arap-Müslüman ülkelerinin büyük bir çoğunluğu seküler otoriter rejimlerce yönetildiklerinden, İslâmcı hareketlerin farklı talepler ve yaşam tarzlarını karşılamaya ne kadar istekli ve muktedir olduklarını gözlemleme şansına sahip değiliz. İncelenebilecek en anlamlı vaka, Türkiye’deki AK Parti deneyimidir.
Bu deneyim bu konuda iyimser olmak için bir zemin sunmaktadır. AK Parti döneminde Türkiye’nin siyasal ve toplumsal alanı Kemalist-laik müesses nizamın hüküm sürdüğü döneme oranla daha çoğulculaştı. Ancak bu durum ne İslâmcı hareketlerin kamusal alanın normlarının şekillendirmesinde rol oynamayacağı ne de kamusal alanın yalnızca liberal ilkeler tarafından tanımlanması gerektiği anlamına gelir. İslâmcılar, bu anlamda sosyalistler veya diğer fikirler, kamusal alanı kendi değerler sistemiyle biçimlendirmekte en az liberaller kadar hak sahibidirler.
İSLAM LİBERALİZMLE UYUMLU MU?
Üçüncüsü, yaygın kabulün aksine, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da demokrasi ile uyumsuzluk yaşayan asıl kesim laik elitler ve müesses nizamlardır. Bu bölge henüz İslâmcıların demokratik süreçleri yok ettiklerine ve(ya) askıya aldıklarına şahit olmadı. Buna karşın, bu bölge laik müesses nizamların ve elitlerin demokratik süreçleri ortadan kaldırdıklarına defalarca tanık oldu: Türkiye’de Laik-asker müesses nizam tarafından gerçekleştirilen dört darbe, Cezayir’de ordunun İslâmi Kurtuluş Cephesi’ni 1992 seçimlerinde demokratik yollarla iktidara gelmesini önlemek için bastırması, Mısır ordusunun daha yeni filizlenmeye başlayan demokratik bir deneyimi bozguna uğratması. Benzer şekilde, Suriye’de yine laik Baasçı rejim, halkın özgürlük, demokrasi ve ekonomik refah taleplerini bastırmaktadır. Bu tablo, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki laiklerin demokratik süreçlere uyum göstermekte neden bu kadar güçlük çektikleri sorusunun sorulmasını gerekli kılmaktadır.
Ünlü sosyal bilimci Jose Casanova’nın aşağıdaki gözlemleri bu uyum sorununu anlamamız için önemli ipuçları sunmaktadır. “Potansiyel çoğunlukların seçimleri kazanmalarına izin verilmediği ve laik sivil politikacıların askerlere kendi laik kimlik ve güçlerini tehdit eden bu potansiyel çoğunlukları bastırmak yoluyla “demokrasinin” imdadına çağırması demokrasiyi imkânsız bir ‘oyun’ kılmaktadır.” Bu gözlem bölgede demokratikleşmenin yüzleştiği en önemli sorunu tespit etmekle kalmayıp aynı zamanda Ortadoğulu ve Kuzey Afrikalı laiklerin neden demokratik süreçlere uyum göstermekte sorun yaşadığını açık bir şekilde izah ediyor. Dolayısıyla İslâmcılardan arındırılmış bir demokrasi arayışı demokrasinin kendisini başarılması imkânsız bir misyon hâline getiriyor.
Özetle, Mursi’nin ve partisinin İslâmcı kimliği uluslararası toplumun ve medyanın bu darbe karşısında sessiz kalmasının en önemli nedenini oluşturmaktadır. Demokrasinin geleceği, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki halkların hakları ve özgürlüklerinin korunması önemli ölçüde İslâmcıların adil seçimlere katılmalarına ve kazanmaları hâlinde yönetime gelip gelemeyeceklerine bağlıdır. İsam el Haddad’ın “... Müslüman dünyasında yankılanacak mesaj açık ve nettir: Demokrasi Müslümanlar için değildir” şeklindeki sözlerinin bölgedeki yeni nesil İslâmcıların zihniyetlerini şekillendirmesini istemiyorsak Arap Baharı’nın yükselmekte olan demokratik taleplerini bastırma potansiyeli bulunan bu darbeye karşı tavır alınılması gerekmektedir.