SETA > Yorum |
AB'ye Sert Mesaj Verdirme Lobisi

AB'ye Sert Mesaj Verdirme Lobisi

AB'den sert bir açıklama beklentisine girerek dışarıya konuşmak, vaatlerde bulunmak ne bir siyaset biçimidir ne de tartışması yapılan konunun meşruiyetini sağlayabilir.

17 Aralık tarihinde başlayan süreç Türk siyasal hayatına, seçilmiş bir hükümete karşı yargı eliyle düzenlenen bir operasyon olarak geçecek. Bu tarihten itibaren, içerdeki algı operasyonlarıyla paralel olarak dışarıdan baskı temin etmeye yönelik birçok hamle yapıldı. Bu hamleler kabaca üç farklı noktada değerlendirilebilir. Birincisi, Türkiye’nin yoğun ilişkilere sahip olduğu ülkeler (İran mesela) üzerinden propaganda yürütülmesi; ikincisi AB ve ABD gibi ülkelere mesaj vererek hükümet üzerinde baskı oluşturulması; üçüncüsü de Türk dış politikasının ilke ve uygulamalarının yanında karar vericilerinin hedef alınmış olması operasyonun önemli bir parçasını oluşturmuştur. Özellikle Gülen cemaatine yakın Today’s Zaman’da El-Kaide ve İran haberleri ile başlayan bir dizi saldırının dili, yayılış biçimi ve sürekliliği bu haberlerin amacını açık ediyordu: belirli uluslararası çevreleri harekete geçirerek hükümeti uluslararası kamuoyu nezdinde zor durumda bırakmak. Bu söylemlerin Türkiye içinden, kısa bir zaman öncesine kadar hükümete yakınlığı ile bilinen muhafazakar yayın organlarında yer alması söz konusu söylemleri zaman zaman tedavüle sokan çevrelerin bigane kalamayacağı bir durumdu. Müşterisi hazır bu söylemler, Gülen cemaatinin uluslararası örgütlenme ağı ile birleşince kısa bir süre için belirli bir karşılık buldu. Fakat bu hamlelerin bumerang etkisi göstererek geri tepmesi beklenenden daha kısa bir sürede ve gayet etkili bir seviyede oldu. Batılı akademisyenlerin bile artık terk ettiği ve ancak siyasal karar vericilerin ihtiyaç duydukları anda propaganda aracı olarak yeniden tedavüle soktukları “Siyasal İslam-Sivil İslam” söyleminin ne değeri olabilirdi ki!. Hiç bir rasyonalitesi olmayan bu türden haber söylemlerin kamuoyunda ciddiye alınması beklenemezdi. Dahası, Suriye gibi çok sıcak bir gündem içinde bu haberlerin ayrıca bir karşılığı oldu. Kendini kırk yıllık dini bir hizmet hareketi olarak gören bir zümrenin, özellikle Türkiye’nin El-Kaide’ye yardım gönderdiğine yönelik iddiaları CHP ve hatta Esed’in siyasi söylemleri ile kesişmeleri ise bu zümre adına çok trajik bir görüntü oluşturdu. Mevcut herhangi bir hükümeti aşan sonuçlar doğurabilecek bu yaklaşım, yerli bir referans noktası olmayan, küresel ilişkilerin icbar ettiği bir pozisyona sürüklenmeyi işaret ediyordu.

Bu durumun kamuoyundaki algısı -tek kelime ile ifade edilecek olursa- bir aidiyet probleminin gün yüzüne çıkmış olmasıydı.

İlerleyen günlerde ise bu bağlamda önemli gelişmeler yaşandı. Dış İşleri Bakanlığının düzenlediği Büyük Elçiler konferansı sırasında (ertesi gününde Başbakanın Belçika’ya yapacağı ziyareti de hatırlamalı) MİT’e ait olduğu ifade edilen tırlar durdurulmuş ve bunun üzerinden kara propaganda yapılmıştır. Bosna Hersek’teki gösteriler sürerken, Dış İşleri Bakanı’nın bu ülkede bulunduğu sırada Halkbank, TİKA ve bazı kurumlar üzerinde şaibe oluşturulmaya çalışıldı. Benzer şekilde Somali ve Libya’daki faaliyetler üzerinde çeşitli spekülasyonlar yapılarak hükümet yıpratılmaya çalışıldı. Ancak bu spekülasyonlar son on yıllık döneme kadar “band vagoning” tabiri ile ifade edilen Türk dış politikasına yönelik birer operasyon olarak algılandı ve beklenenin tersine bir tepki oluşturdu. Bu tepki bir sürpriz de değildi. Çünkü bu politikaların çeşitli ülkelerdeki (hem Müslüman hem de Müslüman olmayan) insanların hayatı üzerinde somut ve ciddi sonuçları vardı ve Türkiye’de yaşayan ortalama bir insanın bu noktada yüksek bir duyarlılığı söz konusudur. Örneğin Türkiye’de misafir edilen 700 bini aşkın Suriyeli ile, Suriye içindeki toplu katliamlarla, harap edilen şehirlerle, Bosnalıların yüzünü buraya dönmüş olması ile, Somali’de insanların canlı yayınlarda açlıktan ölürken Türkiye’nin gösterdiği duyarlılıkla ilgili bir çok konuda Türk halkının kaygıları ve beklentileri vardı. Kara propaganda aracı olarak kullanılan makro analizlerin, stratejik hesapların bu sahici ve somut örnekler dolayısıyla halkın bu kaygısı karşısında aciz kalması ve beklenenin tersine tepki üretmesi kaçınılmazdı. Gülen cemaatine yakın yayın organlarında bu operasyonları sahiplenen bir dille üretilen haberlerin faturası, Türkiye’ye karşı yürütülen operasyonlara ortak oldukları algısını yerleştirerek geri döndü.

‘ONLAR OTORİTER BİZ DEMOKRAT’

Başbakanın şahsi karakteri üzerinden başlayan ve HSYK düzenlemesi ile İnternet yasası ve henüz tasarı halinde olan MİT yasası üzerinden üretilen otoriterlik söylemi yüksek perdeden devreye girdi. Gerek iç kamuoyunda gerekse dışarıya verilen mesajların ana temasını oluşturan bu eleştirilerin çıkış noktasını bu kanunların eski halleri, ana çerçevesini Avrupa Birliği referansı oluşturdu. Herhangi bir uygulamanın, kanunun veya kanun tasarısının kamuoyu önünde tartışılması, eleştirilmesi hem siyasal sistemin işlerliği hem demokrasi açısından elzemdir. Bu tartışmanın sağlıklı bir noktaya gelmesi ise aktörlerin söz konusu tartışmayı kendi bağlamında ve retoriklerden uzaklaşarak yapmasına bağlıdır. Örneğin kriptolu telefonların dinlenmiş olması ve pervasızca servis edilmiş olması göz ardı edilerek AB normlarını konuşmak anlamsızdır. Dünyanın hiç bir yerinde ulusal güvenlik meselesinin hukuk tekniğinin sınırları içinde tartışılması mümkün değildir.

Fethullah Gülen’in 10 Mart 2014 tarihli Financial Times gazetesinde yayınlanan makalesi bu tür söylemler üzerine kurulmuş görünüyor. Hükümetin otoriterleştiği, yürütmenin askeri vesayetin yerini aldığı, AB’ye giden yoldan saptığı, HSYK, internet ve MİT yasası dolayısıyla diktatöryal yetkilere ulaşıldığı gibi tezler bolca işleniyor. Bu yasaların tek tek değerlendirmesine girmeden kullanılan söylemi irdelemek gerekiyor. Zikredilen kanunların meşruiyeti belirli ilkeler etrafında tartışılmış ve tanımlanmış bir adalet fikrine dayanmalarından ve pratik uygulamalarında adaleti temin ettikleri noktasındaki yeterlilikleri dolayısıyla değil, AB’nin onayını almış olmalarından kaynaklanıyor. Tam da bu noktada bir kaç davayı hatırlamakta yarar var. 28 Şubat davası yargılamalarının geldiği noktada hangi HSYK kanunu geçerliydi? İlgili-ilgisiz binlerce kişinin dinlenmesine hukuki zemin sağlayan kanunun meşruiyeti var mıdır? Türkiye’de ortalama bir insanın hayatını bile etkileyen askeri vesayetin hafiflediğini düşünürken yargının nobranlaşmasını sorunsallaştırmayan AB’nin tepkileri ne kadar inandırıcı olabilir? AB’den sert bir açıklama beklentisine girerek dışarıya konuşmak, vaatlerde bulunmak ne bir siyaset biçimidir ne de tartışması yapılan konunun meşruiyetini sağlayabilir. Kendileri için dominant bir pozisyon temin eden yargı statükosunu korumak ve hükümete baskı oluşturmak amacıyla dışarıdan payanda temin etme hamleleri Gülen cemaatinin aidiyet bağlamında sorgulanmasına, ardından bir ulusal güvenlik sorunsalına dönüşmesine zemin hazırladı.

[Star Açık Görüş, 16 Mart 2014]