Başlıktaki sorulara ilk bakışta hızlı bir cevap bulmak oldukça kolay. Ancak, Türk-Amerikan ilişkilerinin tarihsel seyri, Ortadoğu’daki bölgesel düzenin oluşturduğu yapısal engeller ve ikili ilişkilerin üzerine yükseldiği sütunlar dikkatli bir şekilde incelendiğinde cevabın karmaşık bir anlam içerdiği söylenebilir. Bu karmaşıklık son haftalarda daha da artmış durumda. ABD’nin, PKK öncülüğünde DEAŞ’a karşı yürüttüğü Rakka operasyonu devam ederken Ankara-Washington hattında yaşanan iki önemli gelişme bunu kanıtlar nitelikte. Ne var ki, yaşanan gelişmeler iki başkent arasındaki hali hazırda yaşanan güven bunalımı ve stratejik ayrışmanın DEAŞ’ın yenilgisi sonrasında daha fazla derinleşeceğine işaret ediyor. Zira ne Türkiye ne de ABD’nin DEAŞ sonrası Suriye’de, özellikle de PKK bağlamında oluşacak güvenlik ortamıyla baş etme konusunda dört başı mamur bir stratejik planı var.
Gelişmelerden birincisi, ABD Özel Kuvvetler Komutanı Raymond Thomas’ın, biraz da alaycı bir dille YPG’ye “isim değiştirme” tavsiyesinde bulunduklarını, bunun üzerine örgütün, adını “Suriye Demokratik Güçleri” olarak değiştireceğini açık bir şekilde telaffuz etmesiydi. Diğeri ise, Anadolu Ajansı’nın ABD’nin Kuzey Suriye’deki askeri hareketliliğini yerel kaynaklara dayandırarak açık bir şekilde gösteren bir habere imza atmasıydı. Habere göre, ABD’nin Kuzey Suriye’de Fırat Nehri’nin doğusundan başlayarak doğu hattına yayılmış aynı zamanda güneye, Irak sınırına doğru sarkmış ikisi askeri üstten oluşan (birisi uçakların, diğeri de helikopterlerin kullanabileceği büyüklükte), diğerleri de Amerikan askerilerinin PKK’ya Rakka operasyonu sırasında koordinasyon ve gerektiğinde destek verecek şekilde konuşlandırıldığı irtibat üsleri vardı. Gerçekte, Suriye’deki Amerikan askeri hareketliliğini ve ABD askerlerinin PKK ile birlikteliğine işaret eden süreci yakından takip edenler açısından şaşırılmayacak bir haber olmasına rağmen, ABD’li yetkililer bu durumun askeri istihbarat kaynaklı olduğunu dile getirerek Ankara’yı “DEAŞ ile mücadelede ABD askerlerinin hayatlarını riske atmakla” eleştirdi. Nitekim, ABD Genelkurmay Başkanı Dunford da bu duruma doğrudan atıfta bulunarak, “endişesini” dile getirdi. Askeri kaynakların, isimlerini zikretmemek kaydıyla bazı haber sitelerine verdiği bilgiye göre de bu durum askeri istihbarat olmadan gerçekleşemezdi. Yani, Türk hükümeti bir şekilde devletin resmi haber ajansına, Amerikan askeri üslerinin konum bilgisini vermek suretiyle ABD’li askerlerin hayatlarını tehlikeye atmıştı.
ABD PKK’DAN VAZGEÇER Mİ?
Bu hızlı trafiğin ardından, AA İngilizce sitesinden haberi kaldırdı ancak Türkçe sitesinde haberi tutmaya devam etti; Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın ise yaptığı açıklamada; ajansın haberinin hükümeti bağlamadığını ifade ederek, bu durumu bir tür “habercilik” bağlamında tanımlamayı tercih etti. Nihayetinde iki başkent arasında her geçen gün birbirinden giderek uzaklaşan bir ilişki biçimi ortaya çıkmış oldu. Üstelik, Türkiye’nin hava savunma sistemi ihtiyacını karşılamak için Rusya’dan almak istediği S-400’lerin tedarik sürecine dair Cumhurbaşkanı Erdoğan düzeyinde yapılan net açıklamalar, krizin sadece PKK ile sınırlı olmayacağını gösterir nitelikle. Bu konuda Amerikan savunma ve güvenlik bürokrasinin yaptığı açıklamalar, Türk-Amerikan ilişkilerinin çok boyutlu bir krize girme ihtimalinin yüksek bir olasılık olduğuna işaret ediyor. Bu görüşü haklı çıkaran iki temel gerekçe var. Birincisi, ABD’nin öyle ya da böyle kısa vadede Suriye’de PKK’dan vazgeçmek konusunda isteksiz davranacak olması. İkincisi ise böylesi bir durumun devam etmesi halinde, Türkiye’nin atması muhtemel politik ve askeri adımların iki başkent arasında gerginliği tırmandırma ihtimali. Diğer bir ifadeyle, ne Türkiye mevcut pozisyonundan vazgeçecek ne de ABD Türkiye’nin mevcut politikasını kabul etmek suretiyle kendi politikasından taviz verecek. Üstelik böylesi bir durum tam da DEAŞ sonrası Suriye’de hüküm sürecek yeni bir karmaşa dönemine denk gelmiş olacak.
Böylesi bir ihtimalin gerçekleşmesi şu soru üzerinde düşünmeyi gerekli kılıyor: Türkiye için ABD dost mu, rakip mi yoksa düşman mı? Aynı soru ABD tarafından bakıldığında da benzer bir şekilde formüle edilebilir.
İKİ TARAF İÇİN DE MALİYETLİ
Trump idaresinin Suriye’de üç temel önceliğinin olduğunu söylemek mümkün: DEAŞ’a karşı mümkün olan en hızlı şekilde zafer kazanarak örgütün Suriye’de kontrol ettiği toprakları minimize etmek, sahada Amerikan askeri varlığını en düşük seviyede tutmak ve İran destekli Şii milislerini dengeleyerek Tahran’ın bölgesel nüfuzunu önce Suriye’de kırmak. Bu hedefe eşlik etmesi gereken en önemli husus ise, Türkiye ile PKK üzerinden yaşadığı gerginliği yatıştırarak Suriye krizinde kaybettiği siyasi ağırlığını geri kazanmak ve böylece kendi askeri varlığını konsolide etmek. Askeri varlığını konsolide etmek Trump tarzı siyasetin bir parçası gibi olmasa da gelişmeler ve Amerikan askeri bürokrasisi Trump’ı bunu yapmaya zorlayacak gözüküyor. Bunu yapması öncelikle, PYD-YPG-PKK ile Türkiye arasındaki “düşmanlık” ilişkisini yatıştırmasına hatta dönüştürmesine bağlı. Fakat ABD’nin Obama döneminden bu yana izlediği, Trump idaresinin ise değiştirmeden benimsediği strateji ve tercihler, ABD’ye beklediğinin tam aksi bir sonuç üretiyor. Zira Washington yönetiminin PKK’ya dair attığı her adım Türkiye’nin ulusal güvenliğini daha fazla tehlikeye atıyor.
Türkiye açısından bakıldığında ise, durumun daimi bir ulusal ve bölgesel güvenlik sorununa dönüşmüş olduğu bir gerçeklik. PKK’nın desteklenmeye devam edilmesi, daha fazla silah, daha fazla savaş tecrübesi ve daha fazla uluslararası meşruiyet demek. Bölgeye DEAŞ ile mücadele için verilen silahların PKK’nın Türkiye’ye yönelik terörünü beslediği tecrübeyle sabit yalın bir gerçekliğe dönüşmüşken, ABD’nin DEAŞ sonrası bu süreci PKK eliyle nasıl yöneteceği belirsizliklerle dolu. Öte yandan PKK’nın kazandığı savaş tecrübesi örgütün başından beri var olan bölgesel jeopolitik hırslarının daha ileriye taşınması için geçilecek bir eşik anlamını taşıyor. Bu nedenle isim değiştirmesi PKK’nın kendi varlık nedeniyle çelişkili bir durum oluşturduğu için bu gerçekleşmiş olsa bile ancak bir müddet işe yarabilir. Uluslararası meşruiyet konusu ise PKK’nın normalleştirilmesi için daha fazla kapı aralamış oluyor.
Böylesi bir siyasi ve güvenlik ortamının oluşması ABD’nin hedefleriyle bırakın uygunluk taşımayı, her bir hedefin teker teker altını oyması ve ABD’nin kendisi için de büyük bir maliyet üretmesi ihtimalini güçlendiriyor. Böylesi bir durumda, bırakın Türkiye’nin ABD’nin istediği noktaya gelmesini, Suriye’de rakip hatta düşman statüsüne yerleşmesi anlamına geliyor. Rekabet bununla da sınırlı değil. Eğer ABD Rakka sonrasında Suriye’ye yayılmış İran destekli Şii milislerin etkinliğini kırmak için PKK’yı askeri güç olarak kullanmayı planlıyor ya da bir müddet PKK’yı “çekiç” olarak kullanmak istiyorsa, bu ABD için Suriye’de daha fazla asker, daha fazla para ve en önemlisi de daha fazla hedef haline gelmesi anlamını taşıyor. ABD’nin, Irak’ın işgalinin hemen sonrasında 2008’e kadar “Sünni direnişi” diye isimlendirilen süreçte yaşadıkları hatırlanırsa bu durumun Suriye’de daha fazla Amerikan askerinin hayatını kaybetmesi anlamına geleceği açık. Böylece ABD, Suriye’de DEAŞ sonrasında yerel ve bölgesel aktörler açısından meşruiyeti sorunlu düşman bir PKK ile devam ettiği ve ancak bütün diğer aktörleri tamamıyla kaybettiği bir denklemle karşı karşıya kalabilir.
S 400 SÜRECİ FİKİR VERİCİ
PKK meselesinin Türkiye için hayati oluşunun ABD tarafından önemsenmesi ise birçok riski beraberinde getiriyor. Türkiye’nin atacağı taktiksel adımların (ki askeri müdahale bunların başında geliyor) zamanla iki aktörü farklı stratejik tercihlere sürüklemek zorunda kalabilir. ABD’nin şu an ki tavrı bunu gördüğünü göstermiyor; bilakis DEAŞ ile mücadelenin neden olduğu indirgemeci bir bakış açısının hakim olması söz konusu Washington yönetiminin politikalarında. Türkiye ise eğer S-400 füzelerine dair süreci tamamlarsa bu konudaki tavrını göstermiş olacak. O zaman başındaki soruya geri dönersek; rekabetin daha fazla artacağı bir dönemin bizi beklediğini rahatlıkla söylemek mümkün. Her iki aktörün de Suriye’de asıl meselenin DEAŞ olmadığı üzerinde uzlaşması ve Rakka sonrası Suriye karmaşasında ilişkilerini rekabetten düşmanlığa dönüştürmemesi, PKK meselesinde düğümlenmiş durumda.
Uluslararası politikada her ne kadar dostluk, ittifak, müttefik gibi kavramlar devletler arasındaki yakınlaşma düzeyini gösteriyor olsa da, gerçekte bütün devletler arasında her zaman bir rekabet söz konusudur. Türk-Amerikan ilişkilerinin tarihi seyri ve bugünkü aldığı şekil bu durumu haklı çıkarır nitelikle çeşitli örnekler sunuyor. PKK, FETÖ, S-400 füzeleri ve diğer bölgesel konulardaki doğrudan ortaya çıkan ayrışmalar ve bazı nüanslar dikkate alınırsa, Washington-Ankara hattında yaşanan ve muhtemelen yaşanacak gelişmeler iki aktörün bundan sonra sürekli biçimde karşılıklı olarak birbirlerinin politikalarını “geri çevirmeyi” deneyecekleri bir dönemin temayüz etmesine neden olacak gibi gözüküyor. Bu ilişkinin seyrini büyük olasılıkla da ABD’nin bu konudaki tavrı belirleyecek. Rekabet iyidir ancak bunun taraflardan birinin ulusal güvenliğini tehlikeye atması hiç iyi değildir!
[Star Açık Görüş, 30 Temmuz 2017].