Arap dünyası ciddi bir bunalım sürecinden geçiyor.
En önemli bunalım alanı siyasi elitler ile kitleler arasında oluşan devasa boşluktan kaynaklanıyor.
Bu boşluk uluslararası güç dengesi ile birleşince hem ekonomik hem sosyal hem de siyasi alanlarda yaşanan istikrarsızlıkların başlıca kaynağı haline geliyor.
Ortadoğu'nun modern tarihindeki çalkantılar bu iki unsur üzerinden okunabilir.
İster bir bütün olarak ister tek tek ülkeler nezdinde bakıldığında Arap dünyasının kendi içinde büyük oranda homojen bir yapıya sahip olduğunu söylemek mümkün.
Dini, etnik ve mezhebi farklılıklar bile bir başka noktada kesişmekte:
Dini farklılıklar 'Araplık'; etnik ve mezhepsel farklılıklar ise İslam ortak paydasında birleşebilme özelliğine sahip.
Bu tablo, 20. yy'ın siyasi formülü olarak ön plana çıkan ulus-devlet için önemli avantajlar sunmaktaydı.
Ancak ilginç bir şekilde Arap dünyasında birleştirici olabilecek unsurlar değil, ayrışmalar üzerinden bir kimlik arayışı süregeldi.
Ne Arap milliyetçiliği ne de din bu birleştirici rolü oynamadı. Arap milliyetçiliği Nasır döneminde güçlü bir unsur olarak ön plana çıktıysa da yeterince bir sinerji ortaya çıkarmadı. Dahası İslam'ı bir referans olarak benimseyen kitleler nezdinde ancak iktidar olanaklarını kullanabildiği ölçüde meşru bir ideoloji olarak kalabildi.
1970'lerden itibaren petrol fiyatlarındaki olağanüstü artış ve Batı'nın bu anlamda Arap dünyasına olan bağımlılığı bu ayrışmaları besleyen en önemli parametre haline geldi: kitlelerle barışık bir sistem kuramayan iktidarlar, meşruiyetlerini petrol gelirleri ve uluslararası güçlerle kurdukları ilişkilerden devşiren bir siyasal yapı kurdular.
Arap dünyası içinde kurulan ittifaklar da bu yapıyı bir statüko haline getiren bir işleve sahip olmaktan öteye gidemedi.
1945'te kurulan ve bütün Arap ülkelerin üye olduğu Arap Birliği zamanla bir 'otokratlar ligi'ne döndü. Lübnan iç savaşı, İsrail-Filistin çatışması, gibi önemli sorunlarla ilgilense de hiçbir konuda sonuç alıcı bir insiyatif üstlenmedi.
İsrail karşıtlığı özellikle 1967 savaşından sonra söylemsel düzeyden öteye geçmedi.
İran-Körfez karşıtlığı üzerine oturan KİK'de Soğuk Savaş'ın bölgesel yansıması oldu.
Bu uluslararası güç dengesinde yerini bulan devletlerin en dikkat çekici özelliği iktidar sahiplerinin bu makamlarını on yıllar boyunca korumaları oldu.
…
Soğuk Savaş'ın bitişi ile uzatmaya oynayan bu iktidarların 2010 yılından itibaren esaslı meydan okumalarla karşı karşı karşıya kalmaları, yine uluslararası güç dengelerinin kitlelerin itirazına imkan tanıması ile yakından ilgili.
Arap isyanları başladıktan sonra bölgenin geleceğine ilişkin iki ana görüş birbiri ile rekabete girdi.
Birinci görüş ülke yönetimlerinin halkların iradesi çerçevesinde şekillenmesi gerektiğini savundu. Bu pozisyon Ortadoğu ülkelerinin nasıl yönetilmesi gerektiği ya da demokratikleşme hikayesinden ibaret değildi.
Çok daha önemlisi aynı zamanda yeni bir bölgesel düzene de işaret ediyordu. Halkların iradesi ile iktidara gelen yönetimlerin dış politikayı da bu çerçevede şekillendirmesi söz konusu olacaktı.
Bugün yürürlükte olan ve İran-Körfez karşıtlığı ile İsrail'in güvenliğinin gittikçe daha fazla garanti altına alındığı mevcut bölgesel düzenin değişmesi de uzak bir ihtimal değildi.
Bu sürecin devam etmesi halinde nasıl bir düzen oluşacağı konusunda daha fazla spekülasyon yapmak çok da anlamlı değil. Ancak İsrail'in de ABD'nin de, Rusya'nın da, İran yayılmacılığının da dengelendiği bir ittifak düzlemi yavaş yavaş ip uçlarını vermeye başlamıştı.
Tam da bu noktada statüko yanlılarının büyük oranda ABD ve İsrail'le, kimi zaman Rusya ile, kimi zaman Avrupa ülkeleri ile değişim sürecinin önüne geçmek için büyük maliyetler ortaya çıkaran bir işbirliği içine girdikleri çok açık.
Ancak ipuçlarını görmeye başladığımız 'güncellenmiş statükoculuk' yine uluslararası aktörlere bağımlı, büyük zayıflıklarla malül bir düzenden başka bir şey vaat etmiyor.
[Fikriyat, 31 Aralık 2018].