Cezayir ve Sudan'da yeniden hareketlenen sokaklar, Arap Baharı'nın ikinci dalgası olarak nitelendirilmeye başlandı.
Bu yargının doğruluğu ya da yanlışlığı bir tarafa, bu iki ülkedeki süreci belirleyen aktörlerin hemen hemen aynı olduğunu gözlemlemek mümkün: Cezayir ve Sudan'da rol oynayan aktörler –tıpkı Mısır, Suriye, Libya ve birçok ülkede olduğu gibi- muhalif hareketler, iktidar ve ordu.
Ve her iki ülkede de halk orduyu sahneye davet etti ve ordu da aşama aşama sürece ağırlığını koyuyor.
Başka bir deyişle Cezayir'de de Sudan'da da ordu protestocuların hedefindeki liderin iktidardan ayrılması için çeşitli zorlamalarda bulunuyor.
Sudan'da iş, askeri darbeye vardı zaten.
…
Ortadoğu ülkelerinin darbe sicilinin kabarık olduğu biliniyor.
Bölgesel düzeyde bakıldığında Afrika ve Güney Amerika'dan sonra en fazla askeri darbe yaşanan bölge Ortadoğu.
Darbelerin analizine dair akademik ve popüler düzeyde birçok araştırma yapıldı.
Araştırma soruları da genelde darbelerin neden gerçekleştiği, hangi koşullarda başarılı ya da başarısız olduğu, olası sonuçları, rejim değişimi ile ilişkileri gibi sorular etrafında toplandı.
Ve dolayısıyla hayli geniş bir literatür de oluştu.
Ancak 2010 yılı sonunda başlayan Arap isyanları ile birlikte Ortadoğu'da ordu ve siyaset ilişkisine dair yeni bir bağlam oluştu.
Çünkü bu ilişkiyi etkileyen yeni bir değişken ortaya çıktı: Kitlesel protestolar.
Ortadoğu tarihinde -1979 İran devrimini istisnai olarak değerlendirerek ifade edelim- rejim değişmine yönelik taleplerle şekillenen protestolar, 2010 yılında başlayan isyanlara nicelik olarak da nitelik olarak da bir benzeri görülmemişti.
Bu protestoların ülke orduları açısından önemi ise orduyu da pozisyon almaya zorlamış olmasıydı.
Bu "küçük" ayrıntı, halk hareketlerinin gidişatını da, evrildikleri noktayı da belirledi dersek abartmış olmayız sanırım.
Protestolar başladığında orduların tavrına ilişkin birçok soru ortaya çıktı.
Modern tarihleri boyunca siyasi iktidarın koruyucusu olan ordular, rejim değişimine ilişkin talepler karşısında nasıl davranacaktı?
Rejimleri korumak için gösterileri mi bastıracaktı?
Daha kurumsal bir refleksle hareket ederek tarafsızlığını mı ilan edecekti? Yıllardır bekçiliğini yaptığı rejime arkasını dönmesi mümkün müydü?
Bir darbe ile yönetime mi el koyacaktı?
Ordunun belirleyeceği hareket tarzı, ordunun kendisini nasıl etkileyecekti?
Bu soruları çoğaltmak mümkün.
Ancak 2010 yılından itibaren yeni olan şey protestoların niceliği ve niteliği idi.
1977 yılında Mısır'da ortaya çıkan "Ekmek İsyanları" ile Suriye'de1976'da başlayan ve 1982'de Hama katliamı ile sonuçlanan örnekler bu konuda bir şeyler söyleyebilir. Ancak bu örnekler ile 2010 sonrasında yaşanan süreç arasında önemli farklar bulunmaktaydı.
Pratik düzeyde bakıldığında 2010 ve sonrasında orduların önünde kabaca üç seçenek vardı.
Birincisi profesyonel bir tavırla tarafsız kalmak.
İkincisi rejim lehine protestoları bastırmak.
Üçüncüsü de bir askeri darbe ile süreci tamamen kontrol altına almak.
2010 sonrasında farklı ülkelerde farklı pozisyonlar takındığına şahit olduk.
Tunus, Mısır, Suriye, Libya ve Yemen'de orduların tercihi birbirinden farklılaştı.
Bu durumu "ülke şartları" çerçevesinde açıklamak kolaycı bir açıklama biçimi.
Bütün ülkeleri aynı argümanla açıklamak da hayli çaba isteyen bir uğraş.
[Fikriyat, 17 Nisan 2019].