SETA > Yorum |
Türkiye Dış Politikada Kaybeden mi Kazanan mı

Türkiye Dış Politikada Kaybeden mi Kazanan mı?

Suriye, Mısır, İsrail gibi ülkelerle ilişkilere odaklanarak Türkiye'nin yalnızlaştığı tezi, Ortadoğu dışındaki yoğun diplomasiyi göz ardı ettiği için indirgemeci bir yaklaşımı temsil etmektedir.

2013 şüphesiz hem Türkiye hem de bölge için 2000’lerin en uzun yılı olma ünvanını hak ediyor. Arap dünyasındaki halk hareketlerinin müjdelediği yeni bölgesel düzen ile siyaset tarzı, eski rejimler ile statükocu güçlerin taaruzu ve karşı devrimlerine maruz kaldı. Yeni bölge vizyonunun darbe alması, bu vizyonun hem bölgesel hem de uluslararası alandaki en hararetli savunucusu olan Türkiye dış politikasının da tartışılması-eleştirilmesini beraberinde getirdi. Genel itibariyle Ortadoğu, özel olarak da Suriye ve Mısır bağlamında yaşanan gelişmeler üzerinden vuku bulan tartışmalarda iki nokta ön plana çıkarıldı: Türkiye dış politikasının mezhepçi bir çizgide olması ve yalnızlaşması. Arap Baharı öncesinde Türkiye dış politikasının yumuşak güç öncelikli, komşularla “sıfır sorun” ve bütün aktörlerle diyalog kurma politikası güttüğünü ileri süren bu kesimlere göre, bu politika, özellikle Suriye krizinden sonra dramatik bir değişim geçirerek stratejik bir akıldan ziyade ideolojik dürtülerden beslenen, uygulama kapasitesi bulunmamasına rağmen sert söylem kullanan bir yönelime girdi. Türkiye’nin etki gücünü azaltan, hareket kabiliyetini daraltan bir evrilme yaşandığı iddia edildi. Böylece, Türkiye’nin Arap Baharı’ndan önceki dış politikası başarılı bulunup takdir edilirken, Arap Baharı’ndan sonraki politikası da başarısız addedilip eleştirildi. Batılı çevrelerin dışında, içeride bu eleştirileri özellikle liberal-sol kesimler ile Kemalist çevreler sıklıkla dile getirdiler. Bu dönemde, Türkiye dış politikası “yalnızlaşma”, “İslamcılaşma” (ideolojik dürtülerin reelpolitik hesapları bastırması) ve sertleşmekle suçlanıp başarısız ilan edildi.

DEĞER EKSENLİ DIŞ POİTİKA

Çoğunlukla liberal çevrelerce geliştirilen bu tezler, zayıf temellere dayanmaktadır. Öncellikle, normatif ve değer eksenli hem iç hem de dış politika savunusu yapması gereken liberallerin, iktidarı fazla normatif ve değer eksenli bir politika izlemekle suçlaması her şeyden önce liberal felsefenin kendisi ve dünyadaki diğer liberal grupların pratikleriyle çelişmektedir. Normalde devletler reelpolitik kısıtları dikkate alan çıkar eksenli dış politikalar geliştirirken, entelektüel sınıf ve liberaller bu politikaları gayr-i insani bulup değer ve ahlakla uyumlu bir zemine taşınması mücadelesi verirler. Bunu yaparken, sahiplendikleri değer ne ulusal çıkardır ne de hükümranlık hakkı. Bunun yerine, insan onuru, vatandaşın can, mal ve özgürlüklerinin muhafazası gibi değerler, uğrunda mücadele verilmeyi hak eden değer ve ilkelerdir. Liberal bir ilke olan “koruma amaçlı müdahale” böyle bir mantığın ürünüdür. Bu ilkeden de anlaşıldığı üzere, mesele insan onuru ve hayat hakkının korunması ise “hükümranlık hakkı” rahatlıkla çiğnenebilecek ve(ya) çiğnenmesi gereken bir detaya dönüşür. Bu uğurda gerekirse yalnız kalınabileceği gibi eski müttefiklerle karşı karşıya da gelinebilir. Eğer Türkiye izlediği dış politika nedeniyle yalnız kalmışsa, odaklanılması gereken yalnızlık halinin bizatihi kendisi olmaktan ziyade yalnız kalmışlığın gerekçeleridir. Yalnızlık “meşru”, “haklı” ve “doğru” bir pozisyonun savunusundan mı yoksa başka bir sebepten mi kaynaklanıyor sorusudur asıl sorulması gereken.

Öte taraftan, Türkiye’nin yalnızlaştığı argümanı Türkiye’nin dış siyasetini sadece Ortadoğu’daki belli başlı aktörlerle ilişkilerine indirgeyen dar bir okumaya tekabül etmektedir. Suriye, Mısır, İsrail gibi ülkelerle ilişkilere odaklanarak Türkiye’nin yalnızlaştığı tezi, Afrika’da geliştirilen ilişkileri, uzun bir aradan sonra ilk defa AB ile müzakere başlığının açılmasını ve 16 Aralık’ta vize muafiyeti anlaşmasının imzalanmasını, AB ile ABD arasında imzalanacak olan “serbest ticaret antlaşması”na Türkiye’nin de dâhil olması için yürütülen yoğun diplomasiyi göz ardı ettiği için indirgemeci bir yaklaşımı temsil etmektedir. Buna ilaveten, mezkûr ülkelerle ilişkilerin kopması ya da gerilemesinin güçlü ahlaki temelleri bulunmaktadır. Suriye’de yüz binlerce vatandaşını katleden, milyonlarcasını mülteci durumuna sokan, ülkeyi harabeye çeviren Baas rejimiyle Ortadoğu’nun demokratik dönüşümüne karşı darbe yapan, akabinde binlerce insanı öldüren, meşru siyasi temsilciler ile toplumun bir kesimine karşı cadı avı başlatan Mısır’daki cunta rejimiyle iyi ilişkilere sahip olmanın formülü açıktır. Suriye’de İran ve Rusya; Mısır’da ise Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt bu formülün ne olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadırlar. “Hiç kimseden korkmadıkları kadar kendi halklarından korkma” ortak zemininde buluşan bu rejimlerle aynı pozisyonu paylaşmamanın güçlü, meşru ve ahlaki temelleri bulunmaktadır.

İkinci eleştiri ise son yıllarda Türkiye’nin stratejik akıldan yoksun, ulusal çıkarları gözetmeyen, kimlik ve ideolojik yanı baskın olan bir dış politika izlediği yönündedir. Bu eleştiri ilkin dış politika yapıcının kimliği ile “ulusal çıkar” arasında karşıtlık olduğu; ikinci olarak da ideolojik dış politika eleştirisi yapanların bu eleştirilerinin herhangi bir kimlik-ideolojik arka plandan beslenmediğini varsaydığı için zayıf bir önermedir. İç politikada olduğu gibi dış politikada da politika yapıcısının fikir dünyasının, kimlik algısının, dünya tasavvurunun hem politikalarını hem de “ulusal çıkar” tanımını etkilemesi doğaldır. Toplumdan temsil yetkisi alan politika yapıcısının kendisinin ve toplumun en azından önemli bir kısmının rengini, boyasını siyasetine çalmamasını beklemek siyaset ve demokrasinin ruhuna aykırıdır.

ULUSAL ÇIKAR VE KİMLİK

Nitekim bu sadece Türkiye’ye has bir durum değildir. Orta ve Doğu Avrupa’daki halk ayaklanmalarını büyük bir iştiyakla destekleyen, bu uğurda devasa kaynaklar seferber eden Avrupa ve ABD’nin, Arap dünyasındaki halk hareketlerine İslamcıların aktörlüğü nedeniyle en azından mütereddit yaklaşmasını bu ülkelerin fikir ve kimlik anlayışlarından azade argümanlarla açıklamak mümkün müdür? Yine, 2013’un son günlerinde yaşanan Ukrayna’daki gösterilerde bir tarafın güçlü bir şekilde AB-ABD tarafından desteklenirken diğer tarafın da aynı şekilde Rusya’nın desteğine mazhar olmasını bu ülkelerin kimlik referanslı ulusal çıkar tanımlarından arındırarak açıklamak mümkün müdür? Bu örneklerin gösterdiği gibi birçok ülke ulusal çıkar anlayışını önemli ölçüde kimlik algısının içerisine oturtmaktadır. Bu çerçevede, İslami kökenden gelen Türkiye’nin siyaset elitlerinin kendi kimlik ve değer anlayışlarını paylaşan unsurlarla çalışmayı tercih etmeleri irrasyonel olmadığı gibi stratejik bir akıldan da yoksun değildir.

Türkiye’nin kimlikçi bir dış politika izlediği iddialarına örnek olarak, Türkiye’nin Arap dünyasındaki halk hareketleriyle Suriye muhalefetine güçlü destek sunması ve Mısır darbesini ağır bir şekilde eleştirmesi gösterilmektedir. Aslında bu politika sadece normatif veya kimliksel saiklerden kaynaklanan bir politika olmayıp aynı zamanda stratejik bir bakışın da ürünüdür. Arap Baharı’nın başladığı dönemlerde Türkiye’nin halk hareketlerini başından itibaren desteklemesi o dönem bu olayları doğru okuyan, ona göre doğru stratejiler geliştiren bir ülke olarak algılanıp Arap Baharı’nın kazananı ilan edilmesine yol açmaktaydı. Türkiye, sancılı geçecek bir dönemden sonra bu halk hareketlerinin iktidara geleceğini, bu vesileyle bu hareketleri desteklemeyi hem ahlaki hem de stratejik olarak doğru bulmaktaydı.

Bu dönemde, Türkiye, bu okumayı yapan yegâne ülke değildi. Hem Avrupa - Amerika’da hem de içeride Türkiye’yi Arap Baharı’nın kazananı sınıfına yerleştirenler bu minvalde düşünmekteydiler. Bu da o dönem tercih edilen politikanın sadece kimliksel motiflerin ürünü olmayıp aynı zamanda stratejik bir hesabın da sonucu olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’nin beklentilerinin gerçekleşmemesi, Batı’nın Mısır darbesine karşı ilkeli bir duruş sergilememiş olması, kullanılan kimyasal silaha rağmen Suriye’ye anlamlı hiçbir yaptırıma gidilmemiş olması ve Suriye muhalefetinin yekpare bir görüntü sergilememiş olması, Türkiye’nin bu sürecin başında stratejik bir hesap yapmadığı manasına gelmez. Bunun yerine, fiiliyatta yaşananların Türkiye’nin beklentileri seyrinde gelişmediğini ifade etmek daha doğru olacaktır.

Türkiye dış politikasına getirilen bir diğer eleştiri, kullanılan söyleme odaklanmaktadır. Muhtemelen eleştiriler arasında en sağlam temele oturanını da bu teşkil etmektedir. Özellikle, Suriye krizinde siyasi yetkililerin söylemleri bu bağlamda değerlendirilmektedir. Kimyasal silah kullanımına varacak kadar suç işleme konusunda sınır tanımayan, dönem dönem Türkiye’yi de hedef alan eylemleri organize eden Baas rejimine karşı sert bir söylemin kullanılması oldukça anlaşılabilir, insani bir durumdur. Fakat bu sert söylemin yeterli ve gerekli askeri, ekonomik ve diplomatik enstrümanlarla desteklen(e)memesi Türkiye’nin imaj ile kredibilitesini negatif etkilemektedir. Örnekleri çoğaltmak gerekirse, İsrail’e olan tepkini bir sonucu olarak Doğu Akdeniz’de seyrüsefer serbestisi ilan edilmesi, Fransa’nın Ermeni Soykırımını tanımasından sonra Fransa’ya karşı uygulanacağı söylenen yaptırımlar gerçekleşme şansı olmayan ifadelerdi. Söylem ile uygulama kapasitesi arasında bu şekilde boşluğun doğması da dış politikanın etkinliğini azaltmaktadır.

ARAP SOKAĞINI OKUYAMAMA

Bu üç başlık üzerinden dile getirilen eleştirilerin bir sonucu olarak dış politika başarısız bulunup, Türkiye Arap Baharı’nın kaybedenleri sınıfına dahil edilmektedir. Her şeyden önce, bu yaklaşım, Arap Baharı’nı bir süreç olmaktan ziyade başlangıç ve bitiş tarihleri iyi tanımlanmış bir olay olarak değerlendirdiği için sorunludur. Arap Baharı bir süreçtir ve bu süreç çok sancılı olsa da, ağır maliyetler üretse de devam etmektedir. Ruhunu ve dinamizmini Arap toplumlarının kendi gelecekleri üzerinde söz sahibi olan siyasi bir özne olma vizyonundan alan bu süreç, bu vizyon devam ettiği müddetçe farklı formatlarda var olacaktır. Ülkeleri, günübirlik gelişmelere odaklanan dar bir perspektifle başarılı veya başarısız olarak nitelemek yerine, bu vizyonla nasıl bir ilişki kurdukları veya bu tahayyülü ne ölçüde paylaştıkları ile ilişkilendirerek değerlendirmek daha doğru olacaktır.

Nitekim Türkiye’yi kaybedenler kulübüne dahil edenler, Suriye’deki Baas rejimini, İran’ı, Mısır’daki cuntayı, Suudi Arabistan’ı, Birleşik Arap Emirlikleri’ni kazananlar listesine dahil etmektedirler. Bütün bu rejimler, vatandaşlarının taleplerine ve beklentilerine kulak tıkayan, yönetme biçimi olarak ortak özellikleri otoriter ve baskıcı olmalarıdır. Bu özelliklere sahip rejimleri Arap Baharı’nın kazananları olarak ilan etmek Arap Baharı’nı okuyamamak anlamına gelmektedir. Bugün kazananlar diye sunulan kampın siyaset, toplum-devlet ilişkileri anlayışı ile Arap Baharı’nda sokağa çıkan kitlelerin talepleri birbirleriyle taban tabana zıttır. Bu noktada, devam eden bir süreçte, vizyonu Arap dünyasında sokağa çıkan insanların vizyonuyla uyumlu olan bir dış politikayı “kaybeden” hanesine yazmanın sorunlu ve dar görüşlü bir yaklaşım olduğu aşikardır.

[Star Açık Görüş, 20 Ocak 2014]