SETA > Strateji Araştırmaları |
Mütereddit Bir Başkan Obama

Mütereddit Bir Başkan: Obama

Obama, başkan seçildiğinde önemli krizlerle yüz yüze geldi. ABD’yi kasıp kavuran ekonomik kriz ve seçim kampanyası boyunca dilinden düşürmediği Irak ve Afganistan işgallerinin kronikleşmiş sonuçları bu sorunların başında gelmekteydi.

Kenyalı siyahi bir baba ile Kansaslı bir annenin oğlu. 1961 doğumlu. ABD’de ayrımcılığı yasaklayan Medeni Haklar Yasası’ndan sadece üç yıl önce doğmuş. 1965’te babasının Kenya’ya dönmesinden dolayı, anneannesinin himayesinde büyümüş. 1982’de trafik kazasında hayatını kaybeden babası için “bir adamdan hem daha fazlası hem de daha azı” ifadelerini kullanır. Anne ve babasının, farklı bölgelerde birden fazla evlilikleri dolayısıyla, kendi deyimiyle “okyanusların ötesine ve kıtalara yayılmış olan” bir aileye sahip. 1979’da onur derecesiyle mezun olduğu lisede okuyabilen üç Afro-Amerikalı (siyahi) öğrenciden biri. Sivil haklar savunucusu; 1983 Columbia Üniversitesi Siyaset Bilimi ve 1991 Harvard Hukuk mezunu. Harward Law Review dergisinin ilk siyahi editörü, avukat-akademisyen, Nobel ödüllü, aile babası. Lise yıllarında yakıcı biçimde hissettiği ırk ayrımcılığı kişisel hayatını fazlasıyla etkilemiş.

1995’te Babamdan Hayaller başlığıyla yazdığı kitapta, ABD tarihinde belirginleşen savaş, ayrımcılık, kölelik, vatanseverlik ve çalışkanlık gibi unsurlara vurgu yaparak kendisini Amerika’nın “nominal değeri” olarak tanımlamakta ve bir anlamda kişisel hikayesini ABD’nin tarihi ile özdeşleştirmektedir. 2006’da yayımlanan ikinci kitabı Umudun Cesareti ise daha profesyonel bir dille yazılmış ve kendisini ABD’nin gelecek vizyonu ile birleştiren tartışmalarla doludur. Bu kitaptaki birçok konu ve argüman aynı zamanda başkanlık kampanyası boyunca kullanılmıştır. İlk kitabındaki huzursuz, mücadeleci, eleştirel kişiliğin yerini planlamacı, profesyonel ve sahip olduğu bütün özellikleri rasyonel hesaplara tahvil eden bir kişilik almıştır.

BAŞKAN OBAMA: ÇEVREDEN MERKEZE Mİ?

1996’da Illinois eyalet senatosuna seçilmesiyle siyasi kariyeri başlayan Obama’nın, 2004’te yüzde 70’lik oy oranıyla ABD Senatosu’na seçilmesi, siyasetin en tepesine doğru yürüyüşünün ilk ve hızlı adımıdır. Nitekim sadece dört yıl sonra parlak hitabeti, savaş karşıtı söylemleri ve umut vadeden konuşmaları ile Kasım 2008’de Amerikalılara “yes we can” dedirtti. Obama’nın  sahip olduğu kişisel özellikler, çarpıcı hayat hikayesi ve siyasi söylemleri, horlanmış ve dezavantajlı “çevreyi” kemikleşmiş “merkeze” doğru taşıyacağı beklentilerini gündeme taşıdı. Yine benzer şekilde selefi Bush’un 11 Eylül 2001 saldırılarını, Afganistan ve Irak işgallerine tahvil etmesiyle ABD’nin özellikle İslam dünyasında oldukça hasar gören algısını tamir etmek için Obama, hem seçim kampanyası boyunca hem de seçildikten sonra işlevsel olabilecek söylemler benimsedi. Nitekim Kasım 2008’den itibaren idealizm, eşitlik, özgürlük ve demokrasi gibi ilkelerin evrensel değerler olarak yeniden devreye girmesi pek de tesadüf ayılmaz. Başkan olduktan sadece bir yıl sonra “nükleer silahsızlanmaya yaptığı katkı” dolayısıyla Nobel’i alması bu sürecin son halkası gibiydi. Kısacası Obama, Bush döneminin bir nevi vicdan azabı olarak karşımıza çıkar. Yine de huzursuzdur. Çünkü bunca algı çalışmasına rağmen, çeşitli kesimlerden doğum yeri ve Müslüman olabileceği ile ilgili iddialar karşısında sinik bir tavır takınmıştır.

Obama, başkan seçildiğinde önemli krizlerle yüz yüze geldi. ABD’yi kasıp kavuran   ekonomik kriz ve seçim kampanyası boyunca dilinden düşürmediği Irak ve Afganistan işgallerinin kronikleşmiş sonuçları bu sorunların başında gelmekteydi. Guantanamo’dan sızan işkence görüntüleri bir yandan Obama’nın elini güçlendirirken, öte yandan ABD’nin dünyadaki algısını olumsuz etkiliyordu. Obama oldukça radikal kararlar alarak Irak ve Afganistan’dan askerlerin çekileceğini ve Guantanomu’nun da kapatılacağını ilan etti. Bu kararlar ABD’nin İslam dünyasına yönelik agresif siyaseti terk ettiğine dair işaretler olarak yorumlandı. Selefinin yaptığı tahribatları tamir edebileceği beklentilerine yol açtı.

Çiçeği burnunda başkanın -ülke bazında- ilk yurt dışı seyahatini Türkiye, sonra da Mısır’a yapması da bu tabloya gayet uygundu. Ancak sonuçları açısından Obama’nın dış politika tercihleri, Bush’un saldırgan politikalarının aynadaki yansıması gibiydi. Bush, İslam dünyasından yükselen seslere aldırış etmeyerek, art arda iki ülkeyi işgal etmişti. Obama ise, Mısır’daki Sisi darbesinin cinayetlerine ve Suriye’de Esed rejimi tarafından işlenen katliamlara sessiz kalarak Arap Baharı’nın kışa dönüştürülmesine destek vermiş oldu. Tüm bunlar İslam dünyasının beklentisinin tam aksineydi. Yine şiddetin dili ön plandaydı. İslam dünyasının dönüşümü, Obama için basit bir maliyet/fırsat meselesi olarak kaldı. Sonuçta, Obama’nın uyguladığı pasif strateji, Bush’un  yıkıcı siyasetinden daha fazla tahribat oluşturdu. Bugün Libya’dan Irak’a, İslam dünyasının içinde bulunduğu karmaşadan elbette ki Obama tek başına sorumlu değil. İslam dünyası nezdinde Obama beklenen kurtarıcı da değil. Ancak başta Suriye’de olmak üzere ilan ettiği kırmızı çizgilerin aşılması karşısında takındığı tavır, oluşturduğu beklentileri karşılamamakla kalmadı. Aynı zamanda politik iradesine dair soru işaretlerine de neden oldu.

Obama’nın temel stratejisi, Bin Ladin operasyonu, Libya’ya müdahale, Yemen Pakistan ve Afganistan’da Dronların hunharca kullanımı gibi, öncelikli meselelerde müdahaleden ve inisiyatif almaktan kaçınmazken, ABD’ye maliyeti olabilecek krizlerde ise “çok taraflılık” söylemini devreye sokmak oldu. Böylece ABD’nin aktif olarak katıldığı ve Obama’nın deyişiyle “arkadan liderlik ettiği” Kaddafi’ye karşı operasyon ve hatta organizasyonunu üstlendiği DAEŞ operasyonunun maliyetleri diğer katılımcı ülkelere bırakıldı. Tüm politika bu yönde kurgulandı. Obama’nın bu politik çizgisi en iyi Suriye krizinde tebarüz etti. Suriye krizinde bırakın öncelik almayı, zorlayıcı tedbir dahi almaktan kaçınan Obama, gelişmelerin kendi mecrasında akmasına yol açacak pasiflikte de durmadı. Olaylar bir karmaşaya döndüğünde de kendi pozisyonunu bu karmaşa üzerinden meşrulaştıran söylemler geliştirdi. Ülkeyi Kaddafi sonrasına hazırlamadıkları için, “Libya’da hata yaptık” derken aslında Suriye’deki pasifliğini meşrulaştıran bir söylemi tedavüle sokmuş oldu. Bu politika ABD’nin geleneksel hasımlarına alan açtı ve müttefiklerini zora sokacak sonuçlar doğurdu. En çok da iktidarının ilk yılında “model ortaklık” olarak tanımladığı Türkiye-ABD ilişkilerini zora soktuğunu söylemek mümkün. Rusya’nın Ortadoğu’da artan etkisini ve Ukrayna üzerindeki doğrudan baskısını da Obama’nın siyasi kariyerinin sonuçları bağlamda ele almak gerekir.

[Kriter, 1 Mayıs 2016]