SETA > Strateji Araştırmaları |
Körfez'de Savunmacı Aktivizm

Körfez'de Savunmacı Aktivizm

Arap Baharı ile birlikte rejim güvenliği endeksli iç politik güvenlik kaygıları taşıyan Körfez ülkeleri, İran nükleer anlaşmasıyla bölgesel düzlemde jeopolitik güvenlik tehdidi ile karşı karşıya kaldı.

Körfez ülkelerinin yaşadığı güvensizlik hissi artarak devam ediyor. Arap Baharı'yla başlayan ve devlet dışı aktörlerin Ortadoğu'da etkinliğini artırmasıyla devam eden süreç siyasi güvensizliği doğurdu. Petrol fiyatlarının düşmesi ve savunma harcamalarının yükselmesi ise ekonomik güvensizliği doğurdu. Yemen, Suriye, DAİŞ ve İran askeri güvensizliği doğurdu. Tüm bunların üzerine İran ile Körfez'in güvenlik şemsiyesi olarak görülen ABD'nin nükleer müzakerelerde anlaşmış olması travmatik bir güvensizlik hissiyatına neden oldu. Şimdi Körfez ülkeleri bu yeni döneme ayak uydurma çabasına giriştiler. Güvenlik stratejilerini yeniden şekillendirmeye çalışıyorlar.

SAVUNMACI AKTİVİZM
Körfez güvenliğinin temel dinamikleri aslında üç sacayak üzerine oturmaktadır. Bu üç sacayağını oluşturan faktörler: Körfez ülkelerinin devlet yönetimlerinin monarşi üzerine inşa edilmesi sebebiyle rejim güvenliği, iç ve dış tehditler bağlamında ulusal güvenlik ve hidrokarbon endeksli rantiyer ekonomi sisteminin mevcudiyeti hasebiyle enerji güvenliğidir. Körfez ülkeleri son dönemde Ortadoğu'daki gelişmelerin bir sonucu olarak ulusal güvenliklerine dair ciddi tehditler algılamaktadırlar. Bu güvenlik endişeleri (ayaklanmalar, İran nükleer anlaşması ve bölgedeki vekalet savaşları) Körfez ülkelerini yeni güvenlik politikası arayışına yöneltmektedir. Bu çerçevede ABD'ye dayalı tek boyutlu güvenlik politikalarını terk etme eğilimine girildiği görülmektedir. Bu yeni politikayı "savunmacı aktivizm" olarak isimlendirmek mümkündür.

Ortadoğu'daki mevcut istikrarsızlığın gittikçe artması, İran ile varılan nükleer anlaşma ve Suudi Arabistan-İran arasında tırmanan siyasi gerilim ve bölgesel rekabet, KİK üyesi altı ülkenin (Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Kuveyt ve Umman) iç ve dış politikalarında güvenlikçi bir yaklaşımı merkezileştirmelerine neden oldu. KİK üyesi ülkeler hâlihazırda İran, Yemen ve DAİŞ tehditleri karşısında bölgede yeni bir güvenlik paradigması ortaya koymanın yollarını aramaktadırlar. Körfez ülkelerinin bölgede karşı karşıya oldukları tabloya bakıldığında bu tespitin daha sarih anlaşılacağı ortaya çıkacaktır. Birincisi, Arap Baharı'yla birlikte –İhvan örneğinde görüldüğü gibi– bölgede meşru siyaset zemininde siyaset üretme potansiyeline sahip aktörlerin vesayetin gölgesinde etkisizleştirildiği bir sürece şahit olunmaktadır. İkincisi, İran'ın, Irak ve Suriye başta olmak üzere Ortadoğu'da istikrarsız alanlardan azami derecede istifade eden ülke olması ve nükleer anlaşma ile birlikte nüfuzunu daha da genişletmesidir. Üçüncüsü, Ortadoğu'da otorite boşluğundan yararlanarak ulus-devlet sistemine meydan okuyan ve bu boşluğun daha da büyümesine neden olan DAİŞ tehdidinin etkinlik alanını artırmasıdır.

REFLEKSİF TERCİH
Arap Baharı ile birlikte rejim güvenliği endeksli iç politik güvenlik kaygıları taşıyan Körfez ülkeleri, İran nükleer anlaşmasıyla doğrudan bölgesel düzlemde jeopolitik güvenlik tehdidi ile karşı karşıya kalmıştır. Bu güvenlik endişeleri Arap Baharı'nda sorunun müsebbipleri olarak görülen aktörlerin Körfez ülkeleri tarafından sistem dışına itilerek tasfiye edilmesi neticesini vermiştir. Nükleer anlaşma sonrasında ise bölgesel ve küresel denklemde yeni arayışlar ile birlikte Körfez ülkeleri silahlanma artışına yönelmek zorunda kalmıştır. Bu bölgesel güvenlik bunalımları bir yandan Körfez ülkelerinin ABD sonrası dönemin koşullarına ayak uydurma sancıları ile geçerken, diğer yandan hem dahili hem de harici güvenlik tehditlerine yönelik oldukça refleksif askeri ve politik tercihler kullanmalarına neden olmuştur. Körfez ülkelerinin tarihlerindeki ilk kapsamlı güç kullanımı olması hasebiyle Yemen müdahalesi bu refleksif tercihin somut yansımasıdır. Bu güç kullanımının refleksif olması; sahada gerekli ittifaklar kurulmaması, bir çıkış stratejisi belirlenmemesi ve operasyon sonrası muhtemel bir geçiş sürecine dair stratejik bir planlamanın yoksunluğundan kaynaklanmaktadır.

ABD'nin dış politikada Asya-Pasifik eksenini öncelenmesiyle Körfez bölgesinin stratejik değeri sorgulanır hale geldi. Hem aynı zaman diliminde farklı alanlarda karşılaşılan tehditler hem de ABD gibi bir küresel güvenlik mimarının yeni bir külfetin altına girmeme çabasıyla birlikte, Körfez ülkelerinin güvenliğe dair her alanda refleksif politikalara sürüklendiğine ve bu raddeden itibaren sert güç unsurlarını yoğun olarak kullanmaya başlandığına tanık olmaktayız. Dolayısıyla bu güvenlik endişeleri ekseninde Riyad yönetimi başta olmak üzere Körfez ülkeleri bir taraftan karşı karşıya kalınan güvenlik problemlerine yol açan tehditleri bertaraf etmeye, diğer taraftan diplomatik temaslarla Ortadoğu'daki kriz bölgeleri üzerinde etkili olmaya çalışmaktadırlar.

ABD DIŞ POLİTİKASINDAKİ DEĞİŞİM
ABD'nin güç merkezini kaydırma isteği ile birlikte Körfez ülkelerinin kısa ve orta vadeyi kapsayan savunma ve güvenlik stratejilerinin olmadığı açıkça görüldü. Ortadoğu'daki birçok kriz alanında bölge ülkeleriyle farklı önceliklere sahip olduğu bilinen ABD'nin külli bir yaklaşım ortaya koymadan her bir kriz alanını farklı aktörlerle kotarma çabası, özellikle Körfez ülkelerinde tedirginlik oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu tedirginlik ve ABD'nin tutumundaki müphemlik başta Riyad yönetimi olmak üzere Körfez ülkelerinin statik bir duruştan aktif politikalara evrilmesine yol açmaktadır. Obama döneminde ABD'nin Ortadoğu politikasında yaşanan değişim ile birlikte Körfez bölgesindeki güvenlik yapısı da ciddi bir türbülans yaşadı.

Körfez ülkeleri İran ile imzalanan nükleer anlaşmanın bölgede İran'ın nüfuz alanını daha da genişleteceği, ekonomik kazanımlarını bölgesel yayılma araçlarına yönlendireceği ve böylelikle güçlenmiş bir İran'ın Körfez güvenliğini eskisinden daha yüksek seviyede tehdit eder hale geleceği yönünde güçlü bir kanaate sahiptir. Dolayısıyla nükleer anlaşmanın bölgesel istikrarı doğrudan tehlikeye atan bir süreci tetikleyeceği düşüncesindedirler.

Bununla birlikte 24 Kasım 2013'te İran ile P5+1 arasında nükleer programa ilişkin müzakerelerde geçici anlaşmaya varılmasından günümüze kadar Körfez ülkeleri, sadece ABD'den toplam 33,615 milyar dolar gibi yüksek meblağda silah alımı gerçekleştirmiştir. Bu alımda 26,835 milyar dolar Suudi Arabistan'a, 4,665 milyar dolar BAE'ye, 1,965 milyar dolar Kuveyt'e ve 150 milyon dolar Bahreyn'e aittir. Körfez ülkelerinin güvenlik alanında yaşadığı sıkıntılar yakın gelecekle ilgili yapısal bir paradigma değişimine gitmesinin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Ancak ABD desteği ve mevcut ittifakın daha güven veren bir yapıya bürünmesi Körfez ülkelerinin temel önceliği olmayı sürdürecektir.

[Yeni Şafak Düşünce Günlüğü, 15 Mart 2016].