Bugünlerde döne döne şu sorunun cevabını arıyoruz: Çözüm sürecinin neresindeyiz?
Çözüm sürecini değerli yahut fonksiyonel gören bütün aktörler, sürecin akamete uğramaması için yoğun bir çaba halindeler.
Zira hemen hepsi sürecin zarar gördüğü konusunda hemfikir.
Gerek Kürt tarafı gerek hükümet 6-8 Ekim olaylarını ciddi bir kırılma olarak görüyor.
Olayların biçimi ve içeriği, her iki taraf açısından da görmezden gelinebilir bir mahiyette değil.
Tam da bu nedenle kimileri açısından bu olaylar, çözüm sürecinin sonuna gelindiğinin bir göstergesi.
Bu yaklaşımı dillendirenlere göre çözüm süreci, toplumsal zeminini kaybetmiş durumda.
Oysa son dönemlerde yapılan kamuoyu araştırmaları toplumda çözüm sürecine ilişkin olumlu bir algının var olduğu ve sorununun çözümü noktasında hala ciddi bir beklentinin bulunduğunu ortaya koyuyor.
Toplum bir yandan HDP’nin “sokağa çıkma çağrısı”nı eleştiriyorken, diğer yandan hükümetin daha fazla inisiyatif üstlenmesini istiyor.
Çözümün toplumsal zemini kaybolmuş değil.
Aksine Türkiye toplumu, Kürt meselesini çözüme kavuşturma noktasında geçmişle kıyaslanamayacak oranda istekli.
Bunun başlıca nedeni, toplumda sorunun mahiyeti ile ilgili bir farkındalığın oluşmuş olması.
Toplum artık meselenin, yıllar yılı devlet söyleminde formüle edildiği şekliyle, bir asayiş meselesi olmadığının, çok daha köklü toplumsal, kültürel, siyasi ve ekonomik boyutlarının olduğunun ayırdında.
Bugünkü kavga, çözüm sürecini bir “süreç” olarak görenlerle bir “proje” olarak görenler arasında.
Esasında devlette de, Kürt tarafında da her iki tutumun izlerini bir arada görmek mümkün.
Çözüm sürecini bir “süreç” olarak görenler bir peri masalının içinde olmadığımızın farkındalar. Oldukça karmaşık bir denklemle karşı karşıya kalacağımızı, gün geçtikçe yeni çelişki ve çatışmaların sahneye çıkabileceğinin bilincindeler. Müzakere ve mücadelenin bir arada yürüyeceğinin de.
Süreci bir “proje” olarak görenlerse, gündelik “çıkar” perspektifiyle meseleye bakmayı tercih ediyorlar. Ellerinde ne olduğuna bakıyorlar. “Kazanım”larına yoğunlaşıyorlar. Kazanımlarının azaldığını fark ettiklerinde “sokakları ateşe vermeyi” ya da “masayı devirme”yi göze alabiliyorlar.
Çözüm sürecinin başlangıcında atılacak adımlar şu şekilde belirlenmişti. Önce çatışmasızlık ortamı sağlanacaktı. Öcalan, Kandil’den ateşkes ilan edilmesini isteyecekti. Ardından yeni bir demokratikleşme paketi açıklanacak, PKK sınır dışına çekilecekti. Daha sonra silah bırakma görüşmeleri başlayacak, Kürtlerin hakları anayasal güvenceye kavuşturulacak, PKK’yla silah bırakma görüşmeleri yapılacaktı. Son safhada PKK silah bırakacak, siyasi bir yapıya kavuşacaktı.
Bu süreç, ancak belirli bir noktaya kadar ilerleyebildi. Ve fakat ilerlemeye devam ediyor. Ağır aksak da olsa ilerliyor.
Sürecin bu şekilde ilerlemesinde bölgesel konjonktürün etkisi büyük. Söz konusu konjonktür sadece PKK’nın tereddütlerini açıklamıyor. Aynı zamanda hükümetin temkinli duruşunu da açıklıyor.
PKK’nın tereddütleri, hükümetin temkinli tavrıyla birleşince süreç yavaşlıyor.
Bir yanda kendisini Rojova üzerinden yeniden içeriklendirmeye çalışan bir Kürt politik kimliği var.
Diğer yanda, iddialı bir dış politika çizgisi izlemeye çalışan, her geçen gün daha fazla çevrelendiğini ve dünya sistemi tarafından terbiye edilmeye çalışıldığını düşünen bir hükümet var.
Her ne olursa olsun, bütün zorluklara rağmen “çözüm süreci”nin bir “süreç” olduğunu bilenler “çözüm masa”sına sahip çıkmak zorundalar.
Bu süreçte “masadan kalkarız” diyen kaybeder.
Ahlaki üstünlüğünü de, siyasal gücünü de yitirir.
Bu noktada hükümetin işi de, sorumluluğu da çok daha fazla.
Her tür provokasyona rağmen masada kalmanın imkânlarını zorlamak durumunda.
[Akşam, 30 Ekim 2014]