Mahalle sözcüğü, belki de gerçek mahallelerin kaybolmaya yüz tutması nedeniyle, gittikçe zenginleşen çağrışımlar kazanmaya başlıyor sanki. Sözcüğün tekabül ettiği gerçekliğin silikleşmesi, mahallenin de sözcükle somut uyumunun belirsizleşmesi, onu zihinsel akrobasilere, spekülatif soyutlamalara alet olacak bir kıvama ve esnekliğe zorluyor. Son yıllarda “hakiki mahalle öldü madem; o zaman biz de bu güzel sözcüğü yaşatalım” gibi bir tavır epeyce yaygınlaşmıştı. Zaten mahallenin namusunu kollayan delikanlılar da, artık sadece mahalleliye güç yetirebilir hale düştüklerinden mahallenin belası olmuşlardı. Mesela Saddam Hüseyin Amerikalılar tarafından yakalandığında, “Mahallenin elikanlısı yakayı ele verdi” demiştik.
Ahmet Hakan Coşkun, Sabah ve Hürriyet günleriyle birlikte mahalle edebiyatını en fazla diline dolayanlardan biri olmuştu. Kazanılmış değil verilmiş, dolayısıyla kendisinin sorumlu tutulamayacağı bir ortamla bağını anlatırken “içine doğduğum çevre” ya da “bizim eski mahalle” gibi deyimler kullanıyordu. Hâlâ da öyle; bir bakıma “yeni mahalle”nin gereğini yapıyor. Bu da o mahallenin baskısı olsa gerek. Şerif Mardin Hoca’ya gelince; o, bizdeki mahalle edebiyatının hangi boyutlara vardığını fark edemeden tartışmayı açtı. Muhtemelen Amerika’da, başka bir mahallede yıllar geçirmiş olmanın verdiği yabancılık ile 1960’lara dayanan Türkiye bilgisi Hoca’nın akademik zekasının en parlak yanı olan kavramsallaştırma yeteneğiyle birleşti. Ancak ortaya, çıka çıka Ertuğrul Özkök’ün kalemine kadar düşen bir “mahalle baskısı” çıktı. Oysa mahalle baskısı denen şey, Şerif Mardin’in 30-40 yıl önce bıraktığı Türkiye’de bile yok olmaya yüz tutmuştu. Şimdilerde ise Hürriyet’in “taşra baskısı”nın ulaştığı yerlerde bile böyle bir şey yok. Çünkü mahalle baskısının olması için iki şeyin bulunması gerekiyor: Bir, mahalle; iki, baskı. Gerçi baskı var; ama olmayan mahalleden değil. Mesela Hürriyet’in ve refiki Milliyet’in son bir yılda arka arkaya yayımladığı ve özellikle Ramazan aylarında doruğa çıkardıkları uyduruk irtica haberleri birer baskıdır. Taşrada da öyledir; merkezde de… Daha Ramazan gelmeden yaymaya başladıkları oruç sendromu ve basmaya başladıkları yarım hocaların kaleminden dinî eserler birer baskıdır. “Eyvah Mübarek Ramazan geldi!” diye boşuna feryat etmiyor millet.
-------------------------------------------------------------------------------- İstanbul Havası ya da ‘baskısı’ Özellikle Ramazan ayında Ankara Havası’ndan uzaklaşıp bir parça İstanbul Havası almak iyidir. Bu düşünceyle İstanbul’a gitmişken mahalle baskısını gözlemleme imkanım da oldu. Zira varsa böyle bir şey, şairin dediği gibi, “Doğruysa bu yanılsama…” en iyi İstanbul’da, Fatih Çarşamba’da gözlemlenebilirdi. Gerçi yüksek lisans dersinde Profesör, “Kızım sen bu mini etekle Çarşamba semtine git; görürsün gününü” tarzında bir uyarıda bulununca, “Mahallenin bayan muhtarı da mini giyiyor hocam; ona muhtar olduğu için mi dokunmuyorlar Çarşamba’da?” zevzekliğini yapan bendim. Yani az çok değil, çok iyi biliyorum 5 yıl oturduğum Çarşamba’yı. Fakat birilerinin mahalle baskısı arzusunun iyice depreştiği Ramazan günlerinde oruç gibi verimli bir sosyal olgu üzerinden vaka incelemesi yapmak fena olmazdı. Manzara şu: Çarşamba’nın hemen alt tarafındaki Fevzi Paşa Caddesi’nde korsan CD satan gençler, ellerinde çay bardağı olduğu halde kaldırımı mesken tutabiliyor. İftar saatinin yaklaştığı vakitlerde yüzlerce insan oradan geçiyor. Bizim profesör hocanın mini etekle ilgili ultra fobik sosyo-akademik masa başı fantezisini zikre bile değer görmüyorum zaten. Çarşamba’nın girişindeki Cemali Sokağın başında ise orta yaşlı bir vatandaş sigarasının dumanını neredeyse yüzüme üfleyip köşeyi dönüveriyor. Oruç nedeniyle düşmüş kan şekerinin de etkisiyle birden tepem atıyor; sonra sadece bir ‘gözlemci’ olduğumu hatırlayıp mahalle baskısına özne olmak korkusuyla sakinleştiriyorum kendimi. “Keşke mahalle baskısı olsaydı” diyesi geliyor insanın…
-------------------------------------------------------------------------------- Yargı kesin: Sorun sınıfsal “Fırkalar Garp medeniyetlerinde sınıf esası üzerine kurulurlar ve bu gayet tabii bir şeydir; ama bizim memleketimizde bunu yapamayız, çünkü bizde sınıf yoktur.” Mustafa Kemal’in yukarıdaki yaklaşımı, Frengistan’da ne görürlerse kopya çekmeye girişen son dönem Osmanlı Batıcılarından çok daha yerli ve orijinal gelir bana. Türkiye söz konusu olduğunda, Marks’ın Hegel’den aldığı antagonist diyalektik kuramına ve sınıf analizine, en azından maslahata binaen soğuk bakmakta yarar olduğunu düşünürüm. Fakat ‘maslahat’ı bir kenara bırakıp Türkiye’nin iki yüzyıla yakın bir süredir yaşadığı gerilimle ilgili bir ‘tespit’ yapma amacıyla yaklaşınca Mustafa Kemal’den biraz ayrı düşünmek gerekiyor sanırım. Belki Marksist teoride var olan soylu, burjuva, emekçi gibi kesimlerin Türkiye’deki davranış biçimleri ile modern Batı toplumlarındaki davranış biçimleri birbirine pek benzemiyor. Ama Türkiye’de adına yönetici-yönetilen, merkez-çevre, devletçi-milletçi, ne derseniz deyin iki ayrı sınıf var ve son günlerde Çankaya, yüzde 47, türban, Anayasa taslağı gibi faktörlerin de etkisiyle sıkça rastlanan gerilimler bu sınıfsal çatışmanın yansımasıdır. Öyle olmasa 1992’de TÜSİAD’a ultra liberal bir Anayasa taslağı hazırlayan Erdoğan Teziç, Süheyl Batum ve Necmi Yüzbaşıoğlu hukuk kariyerlerini ve bilimsel saygınlıklarını bir kalemde silebilirler miydi? Ayşe Arman, Mardinler’in gelini olmasa, koskoca Şerif Mardin ona röportaj verir, onunla aynı ‘bizli’ dili kullanır mıydı? “Mardin’in buz mavisi gözleri var, çok güzel” diyor Arman. İşte mavi kanlı Mardin de buz mavisi gözlerinin gereği sınıfsal davranışı sergiliyor; “Türkiye Malezyalaşabilir de, Malezyalaşabilmez de” türünden ortaya karışık konuşuyor. Dünün özgürlük şampiyonları eğer bugün birden “12 Eylül Anayasası o kadar da fena değil canım” jargonuna sarılmışsa, “Yargı kesin: Acı duymak ruhun fiyakasıdır.” Sorun, Türkiye’yi kimin yöneteceği kavgasıdır. Dikkat edilirse, Türkiye’yi yıkmak, ortadan kaldırmak gibi bir durum söz konusu değil; bu ancak bir tarafın kendisini meşru göstermek için diğerine karşı kullandığı bir argüman olabilir, o kadar. Sorun, sınıfsaldır; taleplerini merkeze daha güçlü biçimde iletmeye başlayan halk ile yönetme imtiyazından taviz vermek istemeyen zümrenin kavgasıdır.
-------------------------------------------------------------------------------- Erke Dönergeci’ne… Ey dönergeç neredesin? Gel de kurtar bizi şu mahalle baskısından. Baksana Ramazan geldi diye, büyük gazetelerimiz bile korkudan arka sayfaya edepli resim koyar oldular. Yakında çarşaflı, cüppeli dolacak sayfalar. Eklerimiz ve köklerimiz ayrıştı; “orucun sıhhate faideleri”ni okumaktan gına geldi. Pazarları şarap yazıları yazamıyor köşebazlarımız. Her köşe başında sanki sinsi bir göz dikizliyor onları. Mezarlık girişlerine ölüm tehditleri asıyor; “Her kişi ölümü tadacaktır” diyorlar. Anlamıyoruz, ne demek istiyorlar? Gel de ışıt bizi, ısıt bizi, berkit bizi ey yüce dönergeç; erkini ver git! Not: Tek başına yapamıyorsan, Voltran oluşturabiliriz!
-------------------------------------------------------------------------------- Ayın Sözü Mahalle baskısı: Müslüman mahallesinde salyangoz satamayanların hissettiği psikosomatik durum.
Anlayış- Ekim 2007