Üniversite hayatımda sosyoloji ile tanışmam 1990'lı yılların hemen başına denk gelir. Türkiye'de siyaset kurumunun toplumsal taleplere cevap üretemediği ve ülkenin bir dizi krize sürüklendiği yıllardan bahsediyorum. Turgut Özal'ın ülkeyi dönüştürme tecrübesinin sekteye uğradığı ve yeni Türkiye'nin bir kez daha kurulamadığı dönemdi.
Siyasetin makro dünyasının başarısızlıklarından hayli sıkılan bir siyaset bilimi öğrencisi olarak sosyoloji beni, mikronun zenginliğini, toplumun derinlerinde kaynayan dinamizmi keşfetmeye yönlendirmişti.
Siyasetin acziyeti nedeniyle mahkûm ettiği kimlik (İslami, Kürt, Alevi ve kadın) taleplerinin sahici, karmaşık ve renkli dünyasına götürmüştü beni.
İşte o yıllarda edinmeye çalıştığım sosyolojik muhayyile, siyasi aktörlerin yükseliş ve düşüşlerinin bu az bilinen, yukarıdan aşağı şekillendirilebileceği sanılan mikro dünyanın devinimlerinde başladığını öğretmişti.
Bu dünya, İbn-i Haldun'un "asabiyesinden"
Touraine'nin sosyal hareketlerine uzanıyordu. Sosyolojiye olan zaafımdan kaynaklanan ve hâlâ yeteri kadar sorgulayamadığım bir tabu olarak, sosyo-ekonomik olanın dinamizmine ve neticede ülkemi iyi bir yere götüreceğine hep inandım.
Bir siyasi aktörün yapacağı en iyi şeyin toplumun hareketlilik dalgasını yönetebilmek, başına gelebilecek en kötü şeyin de ülkesinin sosyolojisinden kopmak olduğunu düşünürüm.
2015 genel seçimlerine giderken yüzde 50 civarında oy alması beklenen iktidar partisi "AKP'nin sosyolojik ömrü bitmiştir" yorumunu okuyunca siyasal ve sosyal olanın ilişkisine dair düşünceler zihnimi işgal ediverdi. AK Parti'nin devam eden siyasal başarısının kısa dönemli olduğunu ve inişe geçtiği görüşünü seslendiren bu argüman aslında iktidar partisinin "ülkenin sosyolojisini yönetemediğini" öne sürüyor.
Gezi olaylarından itibaren AK Parti'ye sıklıkla yöneltilen bu eleştiri geniş bir "otoriterleşme" ve "kaçınılmaz çöküş" literatürü de oluşturdu. Böylece, Demokrat Parti'nin ve Anavatan Partisi'nin başına gelen şeyin artık AK Parti için de "tabii ve önlenemez" olduğu söylenmektedir.
O halde, seçimlerdeki (makro) başarı, toplumdaki (mikro) çöküşü gizlemektedir sadece.
Toplumun dip dalgalarını yönetemeyen iktidarların geçici olduğu kanaatini paylaşanlardanım.
Bu nedenle AK Parti'nin bir siyasal hareket olarak kurumsallaşmasının ve kalıcılığının toplumsal olanla kurduğu ilişkiye bağlı olduğu görüşündeyim.
Türkiye'de, birbiriyle etkileşim halinde olan iki toplumsal hareketlilik hattı var. İlki, çevreden merkeze, kırsaldan kente yürüyen demografik hareketliliktir. Talepleri kalkınma, refah ve temsil etrafından toplanan bu hareketliliği "Milli irade" kavramlaştırması ile seferber edebilen partiler ülkenin dönüşümüne önemli katkılarda bulundu. Bu hareketlilik günümüzde kentin çevresinden merkezine doğru hâlâ devam etmektedir.
İkinci hat ise, yerleşik kent hayatının sosyolojisinde öne çıkan katılım, daha nitelikli mikro politika talepleri üzerinden yürümektedir.
İktidarın siyaseti toplumun bahsettiğim iki hattının devinimlerini ve taleplerini aynı anda yönetmeyi gerektiriyor. Zira ilki geçmişin ve günümüzün Türkiye'si ise ikincisi geleceğin Türkiye'sidir. Mevcut siyasal partiler arasından AK Parti söz konusu toplumsal hareketliliği yönetebildiği, tabiri caizse dalgaların üzerinde durabildiği için 2002'den bu yana iktidardadır ve hâlâ tek iktidar adayıdır.
Muhalefet partileri ise toplumsal desteklerini siyasetin hırçın dalgalarının üzerinde tutunabilecek bir seviyeye taşımadıkça iktidar partisinin "sosyolojik ölümünü" bekleyecektir.
[Sabah, 20 Ocak 2015]