Türkiye medya alanı, sektörel bazda değerlendirildiğinde tarihinde hiç olmadığı kadar özgürce faaliyette bulunulabilen bir alandır. Bunu ideolojik tarafgirlikle bakmayan herkes görebilir.
Türkiye’de medya alanı 2002 sonrasında muazzam büyüdü. Medyanın doğrudan finansman kaynakları arttı, reklam bütçesi son 10 yılda 3 katına çıktı. Bugün 7000 civarında ulusal ve bölgesel düzeyde yayın yapan gazete ve dergisi, 300 civarındaki televizyonu, 1000’in üzerindeki radyosu ile geniş bir medya sektörü ile karşı karşıyayız.
Dijital yayın platformlarının 5 milyonun üstünde abonesi bulunuyor. Kamu yayıncılığı alanında çok ciddi adımlar atıldı. Anadolu Ajansı, dünyanın en büyük haber ajanslarından biri haline geldi.
Bu sektörel büyüme, katı devletçi, tek-tip ve müdahaleci bir basın rejiminde olmadığımızın en önemli kanıtı.
Bugün ekonomik gerekleri yerine getirildiği takdirde medya alanına isteyen her girişimci dahil olabilmekte ve faaliyette bulunabilmektedir.
***
Gelelim meselenin hukuki boyutuna. Türkiye'de basın ve ifade özgürlüğü kanunla teminat altına alınmış olmasına, radyo-televizyon yayınlarını düzenleyen birçok uluslararası sözleşmenin tarafı bulunmamıza, 2004 yılında basın kanununda önemli reformlar yapılmasına ve 2011 yılında RTÜK kanununun değiştirilnesine rağmen, medya alanını düzenleyen hukuki mevzuatta hala birtakım boşluklar bulunmaktadır.
Bu bağlamda Terörle Mücadele Kanunu'nun bu şekliyle yürürlükte olması bir sorundur. Fakat bana göre, basın özgürlüğü konusunun hukuki bağlamı söz konusu olduğunda esas sorun, mevcut hukuki altyapıdan çok, eski Türkiye’ye ait yargı zihniyetinin etkin olmaya devam etmesidir. Son birkaç yıldır tutuklu gazeteciler konusu başta olmak üzere bir dizi somut soruna yol açan bu zihniyettir. Daha açık bir deyişle sorunun kaynağında Ahmet Şık ve Nedim Şener'i tutuklayıp cezaevinde alıkoyan zihniyet yatmaktadır.
***
17 Aralık’tan bu yana şahit olduklarımız da göstermiştir ki, elindeki kamu otoritesini dar grup çıkarları adına kullanan bazı yargı mensupları ciddi hukuksuzlukların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu hukuksuzlukların faturasını Yürütme organına çıkarmak ve son derece ideolojik bir çerçeve içerisinde cereyan eden otoriterleşme tartışmalarıyla ilintilendirmek tam anlamıyla hedef şaşırtmadır.
Türkiye'de 2002 sonrasında bir normalleşme yaşanıyor diyorsak, bunun en önemli göstergelerinden biri ifade özgürlüğü alanıdır. Basın özgürlüğü de her şeyden önce bununla ilgilidir. Türkiye'nin siyasal muhayyilesinin bu bağlamda aldığı yolu görmek için bir “solcu büyüğümüz”ün şu ifadelerine kulak vermek yeterli sanırım:
“Düne kadar 'Kürt sorunu vardır' demek, 'ağır iktisadi eşitsizlikler var' demek, 'din ihmal ediliyor' demek yargılanma sebebiydi. Hatta bırakın sorunu, 'Kürt' dediğiniz için sorun olurdu. Iraktakiler, 'Kürt' dememek için 'peşmerge' olarak adlandırılırdı. 'Komünizm iyidir' demeniz gerekmiyordu. 'Komünizm Allah’ın belasıdır' demezseniz, nötr konuşursanız propaganda sayılırdı.”
O dönemde Türkiye'de basın özgürlüğü ne durumdaydı acaba?
Hemen bir uluslararası indeks bulmalı ve bu sorunun cevabını öğrenmeliyim!
[Akşam, 10 Mayıs 2014]