Türkiye’nin siyasal alanda ABD ve Avrupa Birliği (AB) ülkeleriyle gerilim yaşadığı süreçlerde, ekonominin Türkiye’ye karşı bir silah olarak kullanıldığı aşikar. Özellikle kredi derecelendirme kuruluşlarının en kritik zamanlarda ve çoğu zaman suya sabuna dokunmayan gerekçelerle Türkiye’nin notunu düşürmesi, ekonomi merkeze konularak kurgulanan “müdahaleci” yaklaşımı yansıtıyor.
Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları isimli kitabın yazarı John Perkins aslında küresel medyanın gazetecilik maskesi arkasına saklanarak ürettiği haberlerde bir arka plan tasarımı olduğuna işaret ediyor. Eski bir Dünya Bankası, IMF ve ABD Hazine Bakanlığı çalışanı olan Perkins, bu bağlamda küresel medya ve küresel ekonomi yönetimi arasında yakın bir ilişki olduğunu söylüyor. Ona göre, ekonomik tetikçilerin farklı ülkelerde kendi istedikleri sonuçları alabilmek için kullandıkları araçlar arasında sahte finansal raporlar, hileli seçimler, rüşvet, zorbalık, darbe ve suikastlar var. Bunun için kullanılan araçlardan biri de medya. Perkins, bir ülkenin, ekonomik tetikçilerin hizmet ettiği dünyanın sayılı finans şirketlerine aykırı hareket etmesi durumunda başına gelecek olaylardan birinin de medya baskısı olduğunu belirtiyor. Bütün bu yapılanların hedefinde ise ilgili ülkenin finansal bağımsızlığa ulaşmasının engellenip kendi çıkarları doğrultusunda yol alması var. Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları isimli kitapta yazılanlar ile paralel düşünüldüğünde, Türkiye karşıtı yayınlar ve uluslararası kredi kuruluşlarının kararları arasında bir eşzamanlılık olduğunu görmek mümkün. Aynı halkaya Trump gibi küresel aktörleri de eklemek gerekir.
Türkiye’ye müdahale çağrısı
ABD'de yayınlanan Newsweek dergisi 31 Temmuz’da çıkan sayısında doğrudan Türkiye’yi hedef alan bir haber-analiz yayımladı. “Erdoğan Kürtleri kırmak ve Osmanlı'yı diriltmek istiyor” başlığıyla yayınlanan haber, genel hatlarıyla Batı’nın Türkiye’ye müdahalede bulunması bağlamında bir beklenti üzerine kurgulanmış. Metnin sonunda yer verilen “Özgür dünya Erdoğan'a karşı ne kadar çabuk hareket ederse dünyamız o kadar güvenli olacaktır. Türkiye dönüştürülmeli” ifadeleri ise bir şekilde “müdahale” isteğini açık şekilde ortaya koyuyor. Aslında Newsweek’te yayınlanan bu metnin içeriği Türkiye kamuoyu açısından hiç de şaşırtıcı değildi. Çünkü henüz 24 Haziran seçimlerinden önce New York Times ve Times gazeteleri patates-soğan fiyatlarındaki artış üzerinden bile subjektif bir söylem üretmişti. Mesela New York Times “Erdoğan seçimleri çantada keklik gördü; ancak şükürler olsun ki patates ve soğan fiyatlarıyla kendisini gösteren ekonomik kriz ortamı bunun tersini işaret ediyor” ifadelerini kullanmış, Times ise “1 kilo soğanın fiyatı yüzde 200, 1 kilo patatesin ise yüzde 94 arttı. Erdoğan'ın gücünü patates ve soğan bitirecek” ifadeleriyle sürece katılmıştı. Aslında bu yaklaşım iki gazetenin de Türkiye’ye sadece kendi ajandaları çerçevesinde baktığını gösteriyor. Türkiye’nin siyasi, sosyal ve ekonomik gerçeklerini salt patates-soğan fiyatlarından hareketle değerlendirmek ya da Newsweek’te olduğu gibi Türkiye’ye müdahale çağrıları yapmak ancak gazetecilik dışında bir yaklaşımın ürünü olarak okunabilir.Ulusal çıkarları doğrultusunda politikalar izleyen Türkiye’nin vatandaşının refahı, milli gelirinin istikrarlı büyümesi, kalkınma hamlelerinin devam etmesi gibi konuları ana gündem maddesi yaparak muhataplarıyla konuşmaya başlamasına bir tepki olarak giderek yoğunlaşan bu türden yayınların gerçeklikle ilişkisi yok. Uluslararası sistemde dengeli ve eşit bir pozisyon arayışındaki Türkiye açısından bakıldığında, hırçın ve agresif olarak görülen bu türden yaklaşımların Batı için farklı bir anlamı olduğu da aşikâr. Batı’nın penceresinden bakıldığında, Türkiye’ye yönelik saldırgan yayınların artmasında birden fazla gerekçe sayılabilir.
Türkiye zayıflayınca övgüler artıyor
Uluslararası ilişkiler alanında yoğun şekilde kullanılan özdeyişlerden biri, ülkeler arasındaki ilişkilerin kalıcı dostluklar ve kalıcı düşmanlıklar kapsamında ele alınmaması gerektiğini tavsiye eder. Değişen iç ve dış dengeler, yeni gelişen iletişim araçları ve toplumsal hareketler bağlamında bakıldığında, bu özdeyişin tarihi tecrübeler üzerine inşa edildiğini söylemek gerekir. Bununla birlikte, batı medyasındaki Türkiye karşıtı yayınların hiç istif bozmadan aynı dozda devam etmesi, batı medyasının Türkiye söz konusu olduğunda aklıselim davranamadığının göstergesi. Türkiye’nin milli çıkarları doğrultusunda ekonomisini, güvenliğini, sosyal yapısını teminat altına almak için giriştiği yatırımların öne çıktığı dönemlerde batı medyasındaki ötekileştirmenin artması, bu alanlarda geride durduğu dönemlerde ise bu kampanyanın zayıflaması ve tuhaf şekilde Türkiye’yi model ülke olarak gösteren yorumlarda patlama yaşanması dikkat çekici bir tablo olarak önümüzde duruyor.Bu bağlamda irdelendiğinde, batı medyasında üretilen Türkiye karşıtı yayınların arka planı ana hatlarıyla din, siyaset ve ekonomi başlıkları altında ele alınabilir. Güncelin yoğunluğu içinde bakıldığında, Türkiye karşıtlığının salt Başkan Recep Tayyip Erdoğan veya AK Parti ile sınırlı olabileceği gibi bir yaklaşım, fotoğrafın büyük kısmının görülmesini engelliyor. ABD Başkanı Donald Trump’ın doğrudan Türk Lirasının adını zikrederek Türkiye’ye karşı bir ekonomik savaş başlatmasının ardından batı medyasında yer alan yayınların çoğunda Trump ile paralel bir söylemin kullanılması, Türkiye’ye yönelik bu saldırıların küresel iktidar seçkinlerini kapsadığına işaret ediyor.
Türkiye karşıtlığının ekonomik temelleri
Dünyada ekonomik eksenin hızlı bir şekilde Asya’ya kaymakta olduğu biliniyor. İkinci Dünya Savaşı akabinde ABD ekonomisinin dünya ekonomisi içindeki payı yüzde 25’ti. Bugün bu oran yüzde 16’ya düşmüş durumda. Satın alma gücü paritesine göre Çin, 2011’de ABD’yi geçerek dünyanın en büyük ekonomisi haline gelmiş durumda. PwC’nin tahminlerine göre, 2050 yılında dünya ekonomisinin yüzde 20’sine Çin tek başına sahip olacak. Bugün yüzde 7 olan Hindistan’ın payı ise yüzde 15’e kadar çıkacak. Buna karşın ABD’nin payı ise yüzde 12’ye gerileyecek. Böylece ABD ekonomik büyüklükte Çin ve Hindistan’ın gerisine düşmüş olacak. AB’nin payı ise aynı süreçte yüzde 15’ten yüzde 9’a kadar düşmüş olacak. Böylece ABD ve AB’nin dünya ekonomisindeki toplam payı halihazırdaki yüzde 31’den yüzde 21’e kadar gerileyecek. Sadece Çin ve Hindistan’ın payı ise yüzde 35’e çıkarak ABD ve AB ekonomilerinin toplam büyüklüğünü ciddi biçimde aşmış olacak. Belirtmek gerekir ki bu gidişat 2050’den sonra da devam edecek.Türkiye ekonomisinin de Batı ülkeleri karşısındaki göreceli konumunda son 70 yıllık dönemde ciddi düzeyde bir iyileşme yaşandı. Bu süreçte Türkiye nüfusu yaklaşık dörde katlanırken Türkiye ekonomisi de 20 kattan fazla büyüdü. Bu süreçte yıllık ortalama ekonomik büyüme oranımız da yüzde 4,8 olarak gerçekleşti. Son 16 yıllık süreçte ise yıllık ekonomik büyüme yüzde 5,7 ile uzun dönemli ortalamanın da üstüne çıktı.
Türkiye’nin 1950 yılında dünya ekonomisinden aldığı pay epey küçüktü. O dönemlerde Türkiye’yi Batılı ülkelerle karşılaştırma imkanı bulunmuyordu. Son 70 yılda sergilenen performansla, tam anlamıyla sanayileşememiş olsak da, bugün bu ülkelerle aramızdaki farkı ciddi ölçüde kapatmış bulunuyoruz. Bugün Türkiye ekonomisi satın alma gücü paritesine göre, İngiltere veya Fransa ekonomisinin yüzde 75’i düzeyinde bir büyüklüğe sahip. Satın alma gücü paritesine göre, Fransa’nın gayrisafi yurtiçi hasılası 2,8, İngiltere’nin 2,9 trilyon dolarken, Türkiye’ninki 2,1 trilyon dolar düzeyinde.
Bütün bunların anlamı, Türkiye’nin çok uzun bir aradan sonra artık yavaş yavaş güçlenmeye ve kendine gelmeye başladığıdır. Türkiye ekonomisinin 2050 yılına kadar yılda ortalama yüzde 5,8 düzeyinde bir büyüme performansı sergilemesi durumunda, Türkiye dünyanın en büyük dördüncü ekonomisi haline gelecek. Bu performansla Türkiye Almanya, İngiltere ve Fransa’dan daha büyük bir ekonomiye kavuşuyor. Türkiye’nin daha ılımlı bir performansla yılda ortalama yüzde 4,8 büyüdüğü senaryoda ise bu ülkelerle benzer düzeyde bir ekonomik büyüklüğe ulaşıyor.
Türkiye bugün önemli bir yol ayrımında bulunuyor. Türkiye’nin son beş yıllık süreçte çok çeşitli ve muazzam ölçekte saldırılara uğramasının arka planında, Türkiye’nin ekonomik bağlamda küllerinden yeniden doğması yer alıyor. Türkiye ekonomik anlamda büyüdükçe ve daha sofistike hale geldikçe hem daha bağımsız bir karaktere bürünüyor hem de bölgesinde söz sahibi bir ülke haline geliyor. Bu durum, çarpan etkisiyle Türkiye’nin büyüme ve güçlenme hızının artmasına yol açacak. Zira Türkiye coğrafi konum itibariyle oldukça stratejik ve kritik bir noktada bulunuyor. Güçlü bir Türkiye, dünya ekonomisinin ekseninin hızla Asya’ya kaydığı 21. yüzyılda, dünya ticaretinde Türkiye’nin oldukça ciddi bir role sahip olmasını beraberinde getirecek. Çin’in “Bir Kuşak Bir Yol” projesi bu anlamda Türkiye için önemli bir fırsat teşkil ediyor. Öte yandan, dünya petrol ve doğalgaz rezervlerinin büyük kısmına ev sahipliği yapan bu coğrafyada güçlü bir Türkiye, söz konusu enerjinin kontrolünde Türkiye’nin hatırı sayılır bir role sahip olmasını beraberinde getirecek.
Yine Türkiye, Osmanlı’nın mirasçısı olarak, ekonomik büyüklük ve güçte belirli bir eşiği aştıktan sonra Balkanlar, Ortadoğu ve Asya’nın büyük kısmında sahip olduğu “yumuşak gücü” çok daha etkin ve verimli bir şekilde kullanabilecektir.
İşte bütün bu nedenlerden ötürü, bugün Türkiye ve Türkiye’nin sahip olduğu potansiyel, başta ABD ve AB olmak üzere Batı dünyası tarafından ciddi bir tehdit olarak görülüyor. Ekonomik anlamda ayakları yere basan bir Türkiye’nin dışarıya bağımlılığının azalması ve kendi coğrafyasında daha toparlayıcı bir rol oynaması, batılı başkentler ve medya organları tarafından yanlış değerlendiriliyor. Son beş yıllık süreçte Türkiye’nin maruz kaldığı çeşitli saldırılar yanında Batılı medya kuruluşlarının da Türkiye’ye karşı hasmane bir tutum takınmalarının arka planında, Türkiye’nin gitmekte olduğu yol ve sahip olduğu bu ekonomik büyüme potansiyeli bulunuyor.
[AA, 24 Eylül 2018]