Türkiye, geçen hafta başlattığı Cerablus operasyonu ile Mart 2011'den bu yana süren Suriye krizine yeni araçlarla ve özgün bir yaklaşımla müdahil olmuş oldu. Silahlı kuvvetleriyle sahaya müdahale eden Türkiye, Suriye krizinin çözümünde dikkate alınması gereken başlıca aktörlerden biri olduğunu ortaya koydu. ABD'nin Suriye krizine yönelik sadece kötü değil, aynı zamanda kötücül politikası krizin maliyetini ağırlaştırdı. ABD'nin bölge politikası neticesinde hem Esed rejiminin önü açıldı, hem de DAİŞ büyüdü. Rusya ve İran kendisine geniş bir manevra alanı buldu. Dahası PYD/PKK tarihinde ilk defa devletimsi bir yapıya büründü. Bunlar olurken de Türkiye'yi DAİŞ'le yeterince mücadele etmiyor diye eleştirdi. Esasında hem sorunun kronikleşmesini sağladı hem de bu sorun üzerinden Türkiye'nin terör saldırıları başta olmak üzere tehditlere açık hale gelmesine neden oldu. Hatırlayalım, Obama kendisiyle yapılan bir mülakatta isim vererek Cumhurbaşkanı Erdoğan'a kızgın olduğunu, o büyük ordusunu DAİŞ'le mücadele için kullanmadığını ifade etmişti. ABD, bu süreçte sürekli "DAİŞ'le mücadelede öncelikli olarak yerel aktörler risk almalı" deyip durdu. Obama bunları söylerken, ABD medyası "Türkiye DAİŞ'e göz yumuyor" kampanyaları yaparken Türkiye'nin sert güç kullanamayacağını pekala biliyorlardı. Neden? Birincisi Türkiye Rusya ile ciddi bir gerilim yaşıyordu ve Suriye sınırları içinde DAİŞ'e (yahut bir başka terör örgütüne) askeri müdahalede bulunması mümkün değildi. İkincisi, Amerikalılar Türk silahlı kuvvetlerinin yapısını, içerideki "müttefikleri" üzerinden iyi biliyorlardı. ABD CENTCOM komutanı General Votel 15 Temmuz'dan sonra "ABD'nin Türk ordusundaki yakın müttefikleri tutuklanıyor" diye açıklama yapmış, ABD Türkiye ilişkileri adına endişelendiğini belirtmişti. İşte bu nedenle ABD Dışişleri Bakanı J. Kerry bundan 5 ay önce "Suriye'de sorumluluk, rejim, Rusya ve İran'dadır" demiş, Türkiye'ye adeta "başınızın çaresine bakın" tavsiyesinde bulunmuştu! ABD'liler Türkiye'nin açmazlarını, imkânsızlıklarını biliyorlardı. Öte yandan Türkiye'yi uluslararası kamuoyunda sıkıştırmaktan, Türkiye içindeki gayrı milli muhalefeti kışkırtmaktan da geri durmuyorlardı. Bu ortamda PYD, Fırat'ın batısına yönelik faaliyetlerine hız vermişti. PYD uzun süredir "DAİŞ'le mücadele" adı altında toprak kazanma stratejisini hayata geçiriyordu. Ondan önce Esed rejiminin bıraktığı boşluktan faydalanarak Cezire, Kobani ve Afrin'de kantonlar oluşturmuş, fiili bir "egemenlik alanı" inşa etmişti. PKK Suriye'deki bu fiili durumun yarattığı imkânlarla Türkiye'ye karşı yeni bir terör stratejisi geliştirmişti. Bu stratejinin kaynağında kantonlaşma adımlarını Türkiye'nin güneydoğusuna taşıma ve ülkede bir iç savaş ortamı yaratma amacı vardı. Türkiye'de siyasi irade elbette bu süreci gördü. Güvenlik aygıtları da gördü. Elbette yerli ve milli olanlarından bahsediyoruz. Gerisi, bu sürecin PKK lehine, Türkiye aleyhine işlemesi için elinden geleni yaptı. Ne var ki Türkiye'nin yerli ve milli aktörleri bu süreci tersine çevirmeyi bir türlü başaramadı. Nedenlerini yukarıda söyledim. Türkiye'nin o dönemde sert güç kullanmak isteyip istememesi ayrı bir mesele. O dönemde, devletlerden terörist örgütlere kadar karşımızdaki bütün aktörler Türkiye'nin bir imha ve caydırıcılık kapasitesinin olmadığını biliyordu. Buna uygun şekilde hareket ettiler. DAİŞ de, Esed rejimi de, bu aktörlerin Türkiye içindeki işbirlikçileri de... Cerablus operasyonu ile birlikte önümüzde yeni bir süreç açıldı. Yine çetin bir süreç bu. Ancak bu kez Türkiye bu çetin süreçle çaresizlik içinde değil, kendi gerçek kapasitesi ile yüzleşmeye çalışacak.
[Sabah, 29 Ağustos 2016].