18 aylık uzun bir seçim maratonunun ardından, 8 Kasım'daki ABD Başkanlık seçiminde ipi göğüsleyen ünlü milyarder, Cumhuriyetçi aday Donald J. Trump olmuştur. Başkanlık seçiminin hangi sebep ve gerekçelerle bu sonuca ulaştığı, sürprizlere yol açıp açmadığı ve buna benzer günübirlik tartışmaları gelinen bu aşamada bir kenara bırakıp; önümüzdeki dört yıl boyunca ABD ve kuşkusuz dünya gündemini etkileyecek olasılıklara eğilme zamanıdır. Bu vesileyle, yeni döneme ilişkin daha somut ve gerçekçi tasavvurlarda bulunabilmek adına şimdilik dört önemli hususun altının çizilmesi faydalı olacaktır. Bunlardan ilki mevcut başkan Obama sonrası ulusal ve uluslararası bir beklenti olarak 'rehabilitasyon döneminin' gerekliliği ile ilgidir. Bir diğer önemli husus ise Donald J. Trump'ın seçim başarısını anlamlandırmak adına ihtiyaç duyulan temel yaklaşım modelidir. Bu bağlamda “Washington elitizminin” ABD sistemindeki yeri ve başkanlık seçimlerindeki öngörüsüzlüğü konusuna değinmek gerekmektedir. Üçüncü husus ise, anket şirketlerinin “yanılgısı” ve medyanın dezenformatif çabalarının son seçimlerde belirgin bir şekilde kamuoyunun dikkatini çekmesine değinmek olacaktır. Son olarak ise, ABD başkanlık sisteminin bilhassa mevcut kurumsal yapısına işaret edilerek, Trump'ın Obama yönetimine kıyasla sistem içerisinde ne gibi avantaj ve dezavantajlardan yararlanmak isteyebileceği şeklindeki somut hususlara temas edilecektir.
OBAMA'NIN ARDINDAN REHABİLİTASYON DÖNEMİ
ABD'nin seçim sonrasında bir rehabilitasyon sürecinden geçmesi gerektiği konusunda kimsenin şüphesi yok. Obama, Trump'a, Türk siyasetinin geçmişte çok aşina olduğu bir tâbirle âdeta bir enkâz devretti. Hillary kazanmış olsaydı da bu değişmeyecekti. Zira ülke içerisinde gittikçe kendini daha fazla hissettiren ekonomik ve sosyal sorunların çeşitliliği bir tarafa; Obama'nın, Afganistan ve Irak'tan geri çekilme taahhütlerini yerine getirememesinden başlayarak, Arap Baharı'ndan Suriye İç Savaşı'na kadar öngörülerinin ve planlarının beklenen neticeyi verdiği söylenemez. Bu durum, ABD için önemli bir prestij kaybına neden olduğu kadar, dünyanın geri kalanında bir güven sorunu ve endişe de yaratıyor. Soğuk Savaş Dönemi sonrasının tek kutuplu dünyasında en büyük güç merkezi olarak ABD'nin 'mutlak oyun kurucu' hâkimiyeti de bitmiş görünüyor. Artık Rusya, Çin ve diğer başka aktörler de iyiden iyiye sahaya inmiş durumda. Bölgesel güç ve hâkimiyet alanlarını başka aktörlere kaptırmak istemeyen ABD, daha da müdahaleci politikalara yöneliyor. Öyle ki ABD bugün, sadece Ortadoğu'da değil; Doğu Avrupa'daki askeri mevcuduyla da gün geçtikçe daha fazla alana nüfûz ediyor. Bunun maliyeti ise, sadece uluslararası ya da bölgesel gerginlikleri artırmak ya da çatışma alanlarını genişletmekle kalmıyor; ABD ekonomisine de yeni külfetler yüklüyor. Örneğin Afganistan'da “Özgürlük Harekâtı'nın Gözcülüğü (Operation Freedom's Sentinel-OFS)”, Irak ve Suriye'de “Özgün Kararlılık Harekâtı (Operation Inherent Resolve-OIR)” ile 'Atlantik Kararlılık Harekâtı (Operation Atlantic Resolve-OAR)' başlığı altında icra edilen “Avrupa Güven İnisiyatifi (European Reassurance Initiative-ERI)” faaliyetlerine ayrılan fonlar tartışma yaratıyor. Rusya'dan Çin'e, Kuzey Kore'den İran'a dek doğrudan yahut dolaylı devlet-kaynaklı tehdit ve riskler katlanarak büyüyor. Ortadoğu'daki devlet ya da devlet dışı aktörlerin yol açtığı sıcak çatışmalar ve kargaşa da işin cabası.. Öyle ki, yıllarca hedef tahtasına konulduktan sonra ikna edilmesine rağmen, İran'la yürütülen nükleer müzakerelerden istenilen neticelerin alındığını söylemek mümkün değil. Yine ABD, Ortadoğu'da İsrail'in ardından en yakın stratejik müttefiki konumundaki Suudi Arabistan'la dahi, Kongre'nin 11 Eylül kararı sonrası arasını bozdu.. Bu arada ABD'nin silah pazarındaki en iyi müşterisini; petrol fiyatlarındaki düşüş yüzünden alım gücü zayıflayan Suudi Arabistan ve akabinde Körfez ülkelerinin oluşturduğu herkesin mâlumu… Kısaca Trump'ı 'güvenlik', 'savunma' ve 'ekonomi' konularında, Obama'dan çok daha zorlu bir süreç, çetin bir mücadele bekliyor. Bu üç kritik alana ilişkin politika oluşturma ve karar alma aşamaları düşünüldüğünde; elbette Trump'ın bilgi birikimi ve tecrübesi, Clinton kadar sağlam bir zemine ve profesyonel bir mentaliteye dayanmıyor.WASHINGTON ELİTİZMİ VE BAŞKAN PROFİLİ
Clinton ailesinin çizdiği siyasi portre, her ne kadar hukuki, demokratik, eşitlikçi ve adil temellere dayanmasa da; elit geleneğin' korunması ve idâmesi açısından bu ailenin siyaset sahnesinde devamı önemliydi. Bu nedenle gerek Demokratların ve gerekse Cumhuriyetçilerin kanadında yer alan Amerikan elitleri Clinton'ı tercih etti. Trump'ın daha popülist fakat çelişkili söylemine karşı, Clinton'ın çizdiği rota çok daha realist ve güvenilir addediliyordu. Dolayısıyla Trump'ın, Hillary Clinton'ı Başkan olarak görmek isteyen, fakat seçim sonuçlarında aradığını bulamamış büyük ekonomik ve siyasi güç sahibi elitist kesim ve lobilerle bir çok önemli konuda ortak zemin bulması gerekiyor. Fakat görünen o ki; Washington elitizminin, Trump'ı hazmetmesi, biraz zaman alacak. Aslında 2008'de Obama'nın da 'yozlaşmış ABD sistemini' değiştirme vaadiyle geldiğini, ancak Başkanlığı boyunca mevcut statükoyu değiştiremediği göz önünde bulundurulmalıdır. Muhtemelen ABD halkı, siyahi bir Obama'nın yerine, ırkçı bir Trump'ın Cllinton'dan daha başarılı şekilde sistemi değiştirebileceğini düşündü. Belki de Obama veya Trump'ın çizdiği Başkan profili ne olursa olsun, Amerikan elitizmine kısa sürede yenik düşeceği kanaati rahatsızlık yaratmıyor. Ne var ki, Clinton'ın dış politik arenada gördüğü desteğe karşın, ulusal kamuoyu nezdindeki kredibilitesinin ne denli zedelendiği ortadadır. Bu anlamda, basına sızan bir takım gizli veriler/bilgiler kadar; kısa sürede üstü örtülen soruşturmacı FBI ajanı ve ailesinin şüpheli ölümü hadisesi gözden kaçırılmamalıdır. Aslına bakılırsa ABD halkının, Clinton yerine Trump'ı alternatif olarak tercih etmesi de en temelinde güvenlik konusundaki ayrışma ve tepkiden kaynaklıdır. Zira Trump'ın skandallarla dolu hayat hikâyesindeki enstantaneler de medyanın gözünden kaçmış değil. Clinton kadar olmasa da, Trump da bundan nasibini almış gözüküyor. Bu imaj zedelenmelerinin Trump'ın karizmasını ve politik performansını ne şekilde etkileyeceğini zaman gösterecek. Nihayetinde 'yabancı' ve 'İslâm' düşmanlığı söylemlerinin popülarite kazanması, doğrudan güvenlik kaygısıyla alakalı. Başka bir yönüyle, Clinton'ların ülke sınırları ötesinde (Rusya'yı yeniden karşısına alan) yayılmacı-hegemonist güvenlik yaklaşımına karşı, Trump'ın daha ziyade içeriye dönük konservatif bir güvenlik yaklaşımı izlemeyi tercih ettiği söylenebilir. Bu durumda ABD halkının, dışarıdaki müdahaleci ve sert güç merkezli politikalarının, ABD'nin kendi içerisinde bir tür geri dönüşümü ve bedelinin olduğunu/olacağını hissetmeye başladığı sonucuna varılabilir.'UNIFIED GOVERNMENT'
Son olarak altı çizilmesi gereken diğer bir husus da; Trump'ın ABD'nin iç ve dış siyasetindeki belirleyiciliğini ve gücünü ortaya koyabilmesi için gözetmesi gereken aktörlerin sadece elitist güçlü lobilerin olmadığıdır. Zira Başkanlık sistemleri söz konusu olduğunda, her nedense 'Başkanı' gerektiğinden daha fazla güçlü, yetki sahibi gösterme yönündeki temâyül, pratikte her zaman gerçeği yansıtmamaktadır. Hâlbuki 'kontrol ve denge' anlayışı üzerine oturmuş ABD sisteminde, Kongre'nin, dolayısıyla Senato'nun güç ve ağırlığının daima denkleme dâhil edilmesi gerekir. Örneğin silah satışında dahi –Temsilciler Meclisi ve Senato'dan müteşekkil– çift-kamaralı yasama organı olan Kongre'nin onayı gerekmektedir. Keza dış politika, güvenlik ve savunma konularında Senato'nun olmazsa olmaz desteği şartı söz konusudur. Obama Dönemi'nde Senato'da Cumhuriyetçiler çoğunluğu teşkil etmekte ve bu durum tahmin edileceği üzere Başkana zaman zaman zorluklar çıkarmaktaydı. Burada dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus ise, Başkanın gerekli gördüğü veya istediği takdirde 'Executive Order(s)' olarak bilinen “Başkanlık Kararnameleri”ni –yasama erkine başvurmaksızın– kullanabiliyor olmasıdır. Ancak kapsamlı ve kritik derecede önem arz eden yasa tasarılarının en nihayetinde Kongre'nin onayından geçmesi zorunludur. Bu nedenle medya ve ulusal kamuoyunun ağırlıklı olarak odaklandığı husus başkan adayının lider profili, kişiliği ve bu çerçevedeki özelikleri iken; Senato'nun ve genel olarak -Temsilciler Meclisi'nin de içinde yer aldığı- Kongre'nin etkisi ve ağırlığı göz ardı edilmektedir. Bu bilgiler ışığında Obama dönemi incelendiği takdirde, Başkan Obama'nın daha çok başkanlık kararnameleri ile belli bir ölçüde siyasal ajandasını yürütmeye çalıştığı saptanmaktadır. ABD başkanlık sisteminin bu eğilime en nihayetinde belli bir sınır çerçevesinde müsaade ettiği yapısal bir gerçektir. Demokrat Parti mensubu olan Obama'ya karşılık Kongre'deki çoğunluğun Cumhuriyetçilerden oluşuyor olması, doğal olarak bir “divided government” durumu oluşturmuş ve bazı bilinen aksaklıkların yaşanmasına yol açmıştır. Böylelikle Kongre'deki çoğunluğun Obama'dan yana olmaması, örneğin Demokratların çeşitli yasa tasarılarının Kongre'den geçemeyişi gibi son olarak Başkan Obama'ya kendi adayını Anayasa Mahkemesi'ne atayamamasına dahi neden olmuştur. Yürütme erkini temsil eden Başkan ile yasama erkini temsil eden Kongre'nin aynı siyasal parti ve siyasal yelpaze tarafından domine edilmesi, “unified government” olarak tanımlanmaktadır. Son olarak G. W. Bush döneminde 'unified government' tesis edilebilmişti ki; 1945-2004 arasında tam 38 yıl boyunca 'divided government' söz konusu olmuştur. Dolayısıyla Temsilciler Meclisi ve Senato, bir bütün olarak Kongre'nin Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında bölünmüşlüğüne şahitlik etmiştir. Hâlihazırda ABD'nin “bölünmüş” mü, yoksa “bölünmemiş” mi tartışmaları üzerinden siyasi yol haritası oluşturulacaktır. Ancak 9 Kasım'da Cumhuriyetçi Trump'ın Başkan seçilebilmesi yanısıra netleşen Kongre seçim sonuçları neticesinde Cumhuriyetçiler lehine olmuş, ve her iki kamarada üstünlüklerini korumuşlardır. Bu bağlamda, yasama çalışmalarının karar alma aşamasında Cumhuriyetçilerin içerisinden de Trump'a muhalif isimlerin ve farklı seslerin çıkacağına, Demokratların politikalarını destekleyebileceğine ilerleyen zamanlarda şahit olubiliriz. Zira ABD başkanlık sisteminin buna uygunluk teşkil ettiği ve gerekli esnekliğe bürünebildiği iki asrı aşan tecrübelerle sabittir. Yeni seçilen Başkan Trump'ın 20 Ocak 2017'de göreve gelişine kadar gerçekleşecek olan 'transition' yani 'geçiş' sürecine, Trump ve ekibinin önümüzdeki aylarda göreve gelecek olan 4 bin kişiyi tespit etmesindeki detaylara, ve genel olarak Trump ve ekibinin başkanlık vizyonuna bir başka yazıda değinilecektir.[Yeni Şafak Düşünce Günlüğü, 15 Kasım 2016].